andré comte sponville: cinsellik aşk ve ölüm

21 Tem 2017


sponville, iletişim yayınları tarafından türkçe'ye kazandırılan "cinsellik, aşk ve ölüm" adlı kitabında, sevgi'nin olduğu yerde doğal olarak iyi olduğumuzu, sevginin eksik kaldığı veya olmadığı durumlarda eksikliği ahlakla doldurmak zorunda kaldığımızı ama ahlak da yoksa durumu nezaket kurallarıyla idare etmeye çalıştığımızı anlatıyor. aşağıda bu harika kitabının giriş bölümü var.


“Bana aşktan bahsedin” der şarkı  ve bizim yapacağımız şey de bu gerçekten. Böylesi bir konunun tercih edilmesini açıklamak için uzun söze gerek yok: Aşk en ilgi çekici konudur. Neredeyse her zaman öyledir. Neredeyse herkes için öyledir. Mesela bir akşam birkaç arkadaşınızla yemektesiniz. Siyasi durum, gördüğünüz son film, işiniz, tatiliniz üzerine konuşabilirsiniz ve tüm bunlar gerçekten ilgi çekici olabilir. Ne var ki ye- mektekilerden biri aşktan bahsetmeye koyulursa, muhtemelen diğerlerinin ilgisi ciddi bir şekilde artacaktır. Edebiyat ve sinema bunu doğrular zaten: Çeşitli biçimleri altında aşk, beğenilen bir mevzudur. İstisnalar haricinde gerçek yaşamımızda da aynı şey geçerlidir. Sevmekten ya da sevilmekten daha heyecan verici ne vardır?

Diğer tüm konuların, ancak onlara duyduğumuz sevgiyle orantılı olarak ilgi çekici olduğunu ekleyeceğim. İçinizden birinin bana itiraz ettiğini düşünün: “Hayır, hayır, benim için hiç de böyle değil! Benim en fazla ilgimi çeken aşk değil, paradır!” Ben ona tabii ki şöyle cevap verirdim: “Bu sizin parayı sevdiğinizi gösteriyor!” Bu da bir sevgidir... Ya da bir başkası bana iti-
raz etsin: “Benim en fazla ilgimi çeken, aşk değil, para değil, işimdir!” Ona “Bu, sizin işinizi sevdiğinizi gösterir” karşılığını veririm. Pek çoğumuz için aşkın en ilgi çekici konu olmasının yanı sıra, diğer tüm konular da orada var olan, ona duyduğumuz sevgiyle cazip hale gelir.
Sevgi bir erdem midir?

Buna karşılık, bu konuyu neden seçtiğimi gerekçelendirmem gerekmiyorsa da, 1995’te yayımlanan kitabım Petit traite des grandes vertus’de sevgiden nasıl bahsettiğimi belki birkaç sözcükle açıklamalıyım. Bu kitap, en uzun bölümü oluşturan son bölümü aşka dair olan, başlığının da gösterdiği gibi ahlaki bir risaleydi. Böylesi bir yapıtta böylesi bir bölüm çok anlaşılır değildir.

Sevgi bir erdem midir?
Gerçekten de her sevgi öyle değildir. “Parayı seviyorum” ya da “gücü seviyorum” ya da a fortiori “şiddeti ve acımasızlığı seviyorum” diyen birini düşünün. Burada bu kişinin erdemlerinin bir ifadesini görmekte biraz zorlanacak ve bunda kesinlikle haklı olacaksınız. Bunu bir kenara yazalım. Her sevgi erdemli değildir ve bunu hatırlamak gerekir. Ama tersine hiçbir şeyi ve kimseyi sevmeyen birini hayal edin: onda temel bir nitelik, Yunanlıların deyişiyle bir “yetkinlik” eksik olacaktır (“erdem”, buna Yunanca’da arett deniyordu ki, arete’nin tam karşılığı “yetkinlik”tir). Erdem nedir? Manevi bir niteliktir, diğer bir deyişle bizi daha iyi, Montaigne’in ifadesiyle (Denemeler’in bölümlerinden birinin adı “En Eşsiz İnsanlar Üzerine”dir) “daha eşsiz” ya da sadece daha insani kılan bir eğilimdir. “Gerektiği gibi iyi insan olmaktan daha güzel ve haklı hiçbir şey yoktur,” diye yazar, Denemeler'de.  Tanım niteliğinde olabilir bu: Erdem, bir nitelik, gerekli olduğunda ödevimizi tamamlayarak (“gerektiği gibi”), insanlığımızı (“iyi insan olmak”) en iyi şekilde gerçekleştirmemize olanak veren bir yetkinliktir. Dolayısıyla sevmeye muktedir olmayan birinde temel bir nitelik eksik olacaktır: Açık bir şekilde onda bir erdem -daha azı değil- eksik olacaktır.

Öte yandan herkes biliyor ki sevgi, en azından belirli bir sevgi tipi, buna daha sonra yeniden değineceğim, Hıristiyan geleneğin üç teolojik erdeminden biridir. Bunlar yalnızca üç tanedir; “teolojik” deniyor çünkü nesneleri Tanrı’nın kendisidir: Katoliklerin genellikle dedikleri gibi iman, umut, sevgi (cha- rite) ya da Protestanların tercihen söyledikleri gibi iman, umut ve sevgi (amour). Fransızca “charite” ya da “amour” sözcüklerinin Yunanca karşılığı olarak. Klasik Grekler tarafından bilinmeyen (ne Platorida, ne Aristoteles’te, ne Epiküros’ta görülür) ama komşu sevgisini (dolayısıyla ne sevgili ne de arkadaş olunanı) ifade ettiği Yeni Ahit’te fazlasıyla mevcut olan, sentezle- yerek ve lafı açık bir şekilde uzatmamıza rağmen ilâh! aşk olarak adlandırılabilecek aynı agapt sözcüğü verilebilir.

Sevgi bir ödev değildir
Oysa burada problem yaratan, bazen bir erdem olan sevginin bir ödev olamayacağıdır. Neden? “Çünkü,” der burada ortak deneyime çok yakın olan Kant, “Sevgi bir duygu işidir, istenç işi değil”.  Oysa bir duygu dayatılamaz... Kant şöyle yazar: “İstiyorum diye sevemem, mecbur olduğum için hiç sevemem; sonuç olarak sevmek ödevi saçmalıktır.”

Önemsiz bir örneği ele alalım, çocuklarınızdan birine, yedi sekiz yaşlarında bir kız ya da erkek çocuğunun önüne ıspanak koyduğunuzu düşünün. Çocuk size şöyle cevap versin: “Ben ıspanak sevmiyorum!” O halde, sevme zorunluluğu olmadığını, sevginin buyrulamayacağım anlamak, ona şöyle demenin kesinlikle hiçbir anlamı olmadığını anlamaktır: “Ispanağı sevmeni söylüyorum! Bu senin ödevin!” Bu iki cümleyi söyleyebilirsiniz ama zihninizde ya da gerçekte bunu düşünemezsiniz: Bunlar doğalan gereği saçmadır çünkü ıspanağı sevmek ya da sevmemek bir istenç meselesi değildir; bir duygudur, bizim örneğimizde bir zevktir, oysa bir duygu ya da bir zevk dayatılamaz. Ona muhtemelen şöyle dersiniz: “Ispanağını yemeni söylüyorum!” Bunu yapmak gerek demiyorum, buna karar vermek kişiye düşer ama her halükârda bu cümle doğası gereği saçma değildir: Ispanağı yemek ya da yememek bir edimdir; bir edim buyrulabilir. Ama ıspanağı sevmek ya da sevmemek bir edim değildir, bu durumda herhangi bir buyruğa boyun eğe- meyecek bir duygu, bir zevktir.
Daha önemli bir ikinci örnek verelim. Sevme ödevi olmadığını anlamak, eşinizin “Seni artık sevmiyorum” diyeceği gün, bu başımıza gelebilir, ona “Beni sevmek zorundasın, bu senin ödevin!” demenin kesinlikle hiçbir anlamı olmadığını anlamaktır. Çünkü eşiniz size “Kant’ı yeniden oku: ‘Birini sadece buyruk gereği sevmek kimsenin yapabileceği bir şey değildir’;  istiyorum diye birini sevemem, mecbur olduğum için hiç sevemem; sevmek ödevi saçmalıktır...” diyebilir.
Sevgi bir erdemdir, bir ödev değil. Bu iki saptama, bir saptamaya ve bir probleme yol açar.
Saptama, eğer sevgi bir ödev olmaksızın bir erdemse, bu, Kant’a karşı olarak da,  erdem ve ödevin iki farklı şey, hatta birbirinden bağımsız iki şey olduğunu doğruladığıdır. Benim Büyük Ödevler Risalesi değil de Büyük Erdemler Risalesi yazmış olmam bir tesadüf değildir. Ödev, Kant’ın söylediği gibi zoruntuluğun, komutun, “buyruğun” tarafındayken (dolayısıyla birey için riayet etmenin ya da itaatin tarafındayken), erdem daha ziyade gücün, yetkinliğin, olumlamanın tarafındadır. Uçlaştırırsak: Ödev bir zorlamadır; erdem bir özgürlük. Ödevin aşıldığı sonucuna çok hızlı varmayalım! Erdem galip geldiğinde, yalnızca onun tarafından aşılır. Dolayısıyla erdem olmadığında -yani çoğunlukla- kendini dayatmaya devam eder. (Bir sevgi etiği olan) Yeni Ahit, (Yasa ahlakı olan) Eski’yi tamamlar ama onu ortadan kaldırmaz.  Ateistler için de aynı oranda geçerlidir. Yalnızca bir bilge ahlaktan vazgeçebilir. Yalnızca bir deli bunu isteyebilir.

Problem ise şu: sevgi bir ödev değilse, buyrulamıyorsa, Incil’in “Komşunu kendin gibi seveceksin” buyruğunun anlamı ne olabilir? Nasıl tuhaf bir sapmayla İncil bize buyrulamayan bir şeyi, sevgiyi buyurabilir? Kitaplarımdan herhangi birini okumuş olanlar ve dolayısıyla benim ateist olduğumu bilenler, Incil’in benim problemim olmaması gerektiği sonucuna varabilirler. Onlara, ateist olmanın insanı zekâdan yoksun kılmadığı ve en azından anlamak istediğim yanıtını vereceğim. Medeniyetimizin kurucu metinlerinden biri söz konusu olduğunda bu özellikle önemlidir. İster inançlı, ister ateist, ister agnostik olun ve inananlar hangi dinden olursa olsun. Kutsal Metinlerin, Eski ve Yeni Ahit’in, medeniyetimizin kurucu metinleri olduğunu teslim etmek gerekir. Bunlan anlamaktan nasıl vazgeçeriz? Hıristiyan olan (bu durumda, pietist değilse de çok sofu bir Lut- herci olan)  Kant için mesele çok önemlidir. Onun deyişiyle “Kutsal İncil” nasıl bize bir duyguyu, bu durumda buyrulamayan sevgiyi buyurur?

Ahlak sevgi taklididir
Kant’ın yanıtı, sevgi ve ahlak, sevgi ve diğer erdemler arasındaki diyelim, ilişkiler hakkında bana son derece aydınlatıcı görünüyor. Elbette İsa bize ancak buyurulabilir bir şeyi, bir başka deyişle bir duyguyu değil, bir edimi buyurabilir, diye açıklar kaba hatlarıyla. Kant’ın “pratik sevgi”  dediği şeydir bu. Praxis Yunanca- da eylem anlamına gelir. İsa’nın bize buyurduğu şey, eylemektir ve mümkünse aşkla diye açıklar Kant: “Tanrı’yı sevmek bu anlamda şu demektir: Buyruklarım seve seve yerine getirmek; komşuyu sevmek: Ona karşı ödevlerini seve seve yerine getirmek.”  Bununla birlikte, güçlüğün yerini değiştirmek dışında bir şey yapmaz bu. “Bir şeyi seve seve yapmayı buyuran bir buyruk kendi içinde çelişkilidir”  gözleminde bulunur Kant. Dolayısıyla bu niyete sahip olmaktan çok buna yönelmek söz konusudur.  Bu anlamda sevgi bir gereklilikten çok bir idealdir. Kutsal Yazılar neden ona bir buyruk biçimini verir? Çünkü elbette sevmek değil ama bu ideale (komşu sevgisi) uymak ve bu sadece bize bağlı olduğuna göre, yapabildiğimizde bu idealin varsaydığına, yapamadığımızda ise talep ettiğine uygun bir şekilde davranmak bizim ödevimizdir. Sevgi ancak ideal olarak bir yasa gücüne sahiptir; ama bu ideal, erişilmez de olsa bizi zorlar:
“Dolayısıyla bu tüm yasaların yasası, Incil’in tüm ahlaki buyruktan gibi; azizlik ideali olarak, sürekli ama sonsuz bir ilerlemeyle yaklaşmaya ve yakalamaya yöneleceğimiz prototip oluşturmakla birlikte hiçbir insanın ulaşamayacağı ahlaki amacı tüm kusursuzluğuyla ortaya koyar.”

Sevmek? Buyrulamaz bu. Oysa eylemek buyrulabilir. Dolayısıyla var olmadığında dahi buyuran, sevgidir - bu, idealin paradoksudur. Bu, Incil’in özüdür ama saflığından arındırılmıştır. Sevgi ya da azizlik idealden başka bir şey değildir. Yalnızca eylem bize bağlıdır. Yalnızca o bize buyrulabilir. Dolayısıyla İsa’nın ya da ahlakın bizden istediği eylemektir: Seviliyorsa sevgiyle ya da sevgi yoksa severmiş gibi eylemek. İkinci seçeneğin kesinlikle daha sık karşılaşılan seçenek olduğunu görmeyen var mı? Ancak sevgi olmadığında ahlaka ihtiyaç duyarız; bu nedenle ona aşın derecede ihtiyaç duyarız - buyrulamayan ama buyuran bizdeki bu ideale (sevgi) uygun olarak davranmak için. Bu, fiilî duygu olarak değil ama ideal olarak, edimlerimizde onlara kılavuzluk etmesi gereken ya da onlara gerçekten kılavuzluk eden sevgiyi taklit etmektir. Ahlak bir sevgi taklididir: Severmiş gibi yapmak söz konusudur. Elbette sevgi daha iyidir: Hepimiz için en iyisi, sevmek ve sevgiyle eylemektir. Sevgi olduğunda evet böyledir. Peki ya sevgi yoksa? Olmadığında? O halde bize seviyormuşuz gibi davranmak kalır! Bu noktada ahlak devreye girer: Sevgi olmadığında, ancak yokluğuyla -değer denen şey budur- kendini fark ettirdiğinde.

Çok klasik bir erdem örneğini ele alalım: cömertlik. Bu, bağışlama erdemidir. İnsan sevdiğinde verir: Sevginin cömertlik olduğu söylenir. Peki. Ama sevgiyle verildiğinde, bu cömertlik değil, sevgidir. Noel’de çocuklarımızı hediyelere boğduğumuzda, hiçbirimiz “Ne kadar da cömertim!” demeyiz. “Onları ne çok seviyorum!” deriz, muhtemelen “Ne kadar aptalım!” deriz ama kesinlikle “Ne kadar cömertim!” demeyiz, insan sevdiğinde verir; ama sevgiyle verdiğinde, bu cömertlik değil, sevgidir. Bu, cömertliğin çok aydınlatıcı ve çok şey isteyen bir tanımına varır: Cömertlik, insanın sevmediklerine vermesinden ibaret olan erdemdir.

Bu, ahlaki erdem olarak cömertlikte tatmin edici olmayanı ama ayrıca onun yüceliğini ve nadirliğini yeterince gösterir. Sevgiyle vermek daha mı iyidir? Kuşkusuz. Ama bu, tanım gereği, ancak sevgi varsa mümkündür - yani, kendimizi kandırmayalım, pek sık mümkün olmaz.
Uçlaştırırsak, sevgi olduğunda, ahlakı artık dert etmek gerekmez: Artık zorunluluk, ödev, Kant’ın dediği gibi “zorlama” yoktur;  sevgi yeterlidir ve daha iyidir. Örneğin çocuklarını küçüklüklerinde beslemenin ödevim olduğunu daima bildim. Ama doğduklan günden beri bir gün olsun bunu ödev olarak yapmadım. Herkes gibi onları sevgiyle besledim ve bu onlar için olduğu gibi benim için de daha iyidir. Mesela bebeğini emzirmek üzere olan genç bir kadınla sohbet ettiğinizi hayal edin. Ona şunu soruyor olun: “Hanımefendi, neden bu çocuğu besliyorsunuz?” Size “Ahlaki nedenlerle besliyorum; bunun benim ödevim olduğunu düşünüyorum!” cevabını verse ne tepki vereceğinizi düşünün. “Zavallı anne, zavallı çocuk!” dersiniz içinizden. Ama bunun olma ihtimali pek yoktur. Hakikat, büyük olasılıkla onu sevgiyle besliyor olmasıdır. Kadın için ne mutlu. Çocuk için de öyle.
“Zorla yapılan, sevgiyle yapılmaz” der Kant.  Tersi de doğrudur: Sevgiyle yapılan, zorla yapılmaz. İşte böylece sevgi ahlaktan kurtulur, onu ortadan kaldırarak değil, Incil’in formülüne dönecek olursak, onu bütünleyerek.  Bunun için Kant- çı ya da Hıristiyan olmaya gerek yok. Her ikisi de olmayan Nietzsche de bunu söyleyecektir: “Sevgiyle yapılan daima iyinin ve kötünün ötesinde gerçekleşir.”  Aziz Augustinus’un tek bir cümlede özetleyeceği, Yeni Ahit’in ruhu buydu: “Sev ve istediğini yap!”  Bu İsa’nın ruhudur; Tanrı ile birlikte veya onsuz, sevginin ruhudur ve bu bir özgürlük ruhudur: Sevgi yeterli olduğunda, artık ahlakı, ödevi, zorunluluğu dert etmenin gereği yoktur; yalnızca sevgiyle davranmak gerekir ve bu yeterlidir.

Evet, sevgi olduğunda... Ama kuşkusuz genellikle yoktur. Kendilerine karşı ahlaki her tür yükümlülükten, her tür buyruktan, ödevden tümüyle kurtulacak kadar sevdiğiniz kaç ki- 
şi vardır? Çocuğu olanlar için, çocuklar vardır, özellikle küçük olduklarında, bu gerçekten basit tek durumdur. Daha yaşlı olanlar için, çocuklarınızın çocukları var belki...

Başka kim var? Eşiniz? Bu çok daha karmaşık! İkili ilişkilerde sevginin her zaman yetmediği, ahlakın kendi haklarına, bizim ise kendi ödevlerimize kavuştuğumuz hızla görülecektir. Ebeveynleriniz? Orada da nadiren sevgi yeterli gelir. Çoğumuz için, ebeveynlerimizi sevsek de, ahlakın kimi zaman sevginin yetersizliklerini tamamlaması iyidir: Onlara yardım edebilmek, destek olabilmek, eşlik edebilmek için yapılanlar pek çok kez ödev gereği de yapılır. En iyi iki üç arkadaşınız? Evet, bu da olabilir. Arkadaşlıkta vefakâr olmak bir ödevdir, der Kant.  Hiç şüphesiz haklıdır ama en yakın arkadaşlara, en yakın çevreye karşı ödev gereği değil sevgiyle vefakâr olunur.

Sayacak olursak: çocuklarınız ya da torunlarınız, muhtemelen eşiniz, ebeveynleriniz, en iyi iki üç arkadaşınız, kısacası yakınlarınız, en çok sevdikleriniz... Ne etti? Beş kişi? On kişi? Gönlü geniş olanlar için yirmi kişi? Geriye sevmediğimiz ya da ancak ahlak gereği kendilerine kötülük yapmayacak ve kimi zaman biraz iyilik yapacak kadar az sevdiğimiz altı buçuk milyardan çok insan kalıyor.

Sevgi mevcut olduğunda, ahlakın yerini tutmakta ya da ondan ayrı durmaktadır. Ama genellikle sevgi yoktur; severmiş gibi davranmamızı buyuran ahlak burada devreye girer. Ahlak bir sevgi taklididir, demiştim. Bu şu anlama geliyor, o veya bu durumda ancak sevme yetersizliğimiz ölçüsünde ahlaka ihtiyaç duyarız. Sevgiyi severiz; ama sevmek, yakınlarımız dışında bilmediğimiz bir şeydir. Bizi ahlaka mahkûm eden, budur.

İdeal olan, sevmek ve sevgiyle eylemektir. Ama sevgi, bizden çok şey istemek olur. Öyle ki, sevginin olmadığı her durumda -yani daha sık karşılaşılan durumda- bizi seviyormuş gibi davranmaya itmesi için ahlakı bulduk (böyle dedim ama ahlak, bir buluştan çok, sözcüğün neredeyse Darwinci anlamında bir seleksiyonun sonucudur). 

Bu bakımdan ahlak, ebeveyn sevgisi gibi bir seçilme avantajıdır. Paleolitik Çağ’da yeni doğan birinin hayatta kalması, bir çocuğun kendi başının çaresine bakabilecek yaşa varması için seneler boyunca ve günün her anında eşsiz bir dikkatin üzerinde olması gerekiyordu. Bu dikkat, bir anne babanın sevgisinden gelenden daha etkili bir şekilde nasıl elde edilebilir? Bunun altında en ufak bir erekçilik yoktur. Ebeveynlerin çocuklarını daha fazla sevdiği bir insan grubunun genlerini aktarma şansı daha yüksekken, ebeveyn sevgisinin olmadığı bir insan grubu bir vadede yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Ebeveyn sevgisinin (diğer türler içinde olduğu gibi) insan türü içinde genelleşmeye yönelmesi için doğal seleksiyon bundan fazlasını talep etmez. Ahlakta da pek farklı değildir: Üyeleri, en azından grup içinde, egoizmin ve şiddetin kör egemenliğini engellemek için birkaç kural koyan bir insan grubunun genlerini aktarma, dolayısıyla büyüme ve gelişme şansı daha fazla olacaktır. Ahlakın yayılması (ahlakın olmadığı bir kültür bilinmiyor) ve aktarılması (büyük olasılıkla genlerden çok eğitim yoluyla) için bu yeterlidir. Bu iki seçilme avantajının -sevgi, ahlak- ötekinin çıkarlarının dikkate alınmasıyla aynı doğrultuda olduğunu görmeyen var mı? Önce sevginin mevcut olması (birçok hayvan türünde tanık olunmuştur), çok muhtemeldir. Bunun normalde daha uzağa -kendini feda etmeye kadar- gitmesi, tecrübeyle sabittir. Aile dışına çıkıldığında, bunun yetmediği de aynı şekilde bilinmektedir. Dolayısıyla ahlakın, özgeciliği, erimini kısaltmakla (ahlak, daha fazla sayıda türdeşimiz karşısında sevgiden azını talep eder) birlikte ailenin ötesine yayarak, bayrağı devralması gerekir. Sevginin yön, ahlakın ise yol gösterdiğini söyleyebiliriz.

Böylece sevgi ahlak için ideal düzenleyici vazifesi görür: neredeyse hiçbir zaman öyle olmadığını pekâlâ bilerek, gibi yapmak söz konusudur! Ahlakı iyi duygulardan ayıran hemen hemen budur. Aziz Augustinus, “Erdemin en iyi ve en kısa tanımı şudur: Sevginin buyruğu”  dediğinde haklıydı. Ama sevginin istisnalar hariç ancak dolaylı bir şekilde buyurduğunu eklemek gerekir: (Duygulanım olarak) yönetmekten çok (ideal olarak) hüküm sürer. Erdemi azizlikten ayıran budur: Olmadığında dahi sevgiye boyun eğmek söz konusudur.

Cömertlik örneğini yeniden ele alalım. En iyisi sevmek ve sevgiyle vermektir. Ama sevgi olmadığında, der bize ahlak, sevmediklerine vermen gerekir. Ahlaki erdem, bağışlama erdemi, cömertlik burada ortaya çıkar. Sevgiyle veremediğinde, seviyormuş gibi davran: Sevmediklerine ver! Sevmediğinde, en azından öyleymiş gibi yap: En azından cömert ol!

Tüze ve nezaket ahlak taklitleridir
“Ama bunu siz söylediniz,” diyerek bana itiraz edebilirsiniz: “Sevmediklerim yaklaşık altı buçuk milyar kadar. Herkese verirsem bana ne kalacak?” Hiç... Durum ilginç bir hal alıyor. İdeal olan sevmektir; ama sevgi istemek bizden çok şey istemektir. Ahlak bize kaba hatarıyla şöyle der: Sevemediğinde, severmiş gibi davran, en azından ahlaklı ol, en azından cömert ol, sevmediklerine ver. Evet. Ama ahlak da bizden çok şey istemektir! Sevmediklerime vermek? Söz konusu olamaz! Ya da belki bir kırıntı verilebilir! Sevmek, bilmiyorum. Cömert olmak, istemiyorum.
Ne yapmalı? Sevemediğimde, gibi yapmayı deniyorum: En azından ahlaklı olmayı, en azından cömert olmayı deniyorum. Ama ahlaklı olamadığımda, cömert olamadığımda? Yine gibi yapıyorum. Tüze ve nezaket denen şey bu. Hegel’in dediği gibi, nesnel ilişkiler için tüze; öznel ya da özneler arası ilişkiler için nezaket.

Bu, ilk ikisine göre daha az şey isteyen ve daha erişilebilir bir üçüncü düzey gibidir. En iyisi sevmek ve sevgiyle vermektir. Bunu yapamadığında, en azından cömert ol: Sevmediklerine ver. Cömert olamadığında ise, vergini öde ve titizlikle ötekinin mülküne saygı göster. Oh! Rahatladım! Nihayet yapabildiğim bir şey! Sevmek, bilmiyorum. Vermek, istemiyorum. Ama vergilerimi ödemek ve ötekinin mülküne saygı göstermek, açık ki bunlan yapabilirim. Georges Brassens’in şu sözlerine katılabilecek çok kişi vardır: “Kimseyi öldürmedim, kimseye tecavüz de etmedim; bir süredir de artık bir şey çalmıyorum.” Vergilerimizi ödemek konusuna gelince, muhtemel yaptırımlardan çekinme, -erdem buna yetmiyorsa- genellikle bunun bizim yararımıza olduğuna ikna olmamızı sağlıyor.
Bir başka yelpazede nezaket için de aynı şey geçerli. En iyisi sevmek ve sevgiyle davranmaktır.
Sevgiyle davranamadığında, en azından cömertçe davran. Eğer bu da fazlaysa, ahlaklı olamıyorsan, cömert olamıyorsan en azından nazik ol! Yine rahatladım! Sevmek, bilmiyorum; vermek, istemiyorum; ama nazik olmak, bunu kesinlikle yapabilirim!

Ahlak, yokluğunda sevgiyi taklit eder. Nezaket ve tüze, bulunmadığında ya da yetersiz geldiğinde ahlakı taklit eder. Böylece erdemliymişiz gibi davranırız. Bunlar da yine seçilme avantajlarıdır: Üyelerine -ilk başta ne kadar gelişmemiş olsa da- bir dizi nezaket ve düzenleme kuralına uymayı dayatan bir insan grubu, şiddeti sınırlamak ve egoizmi azaltmak için yanlıca sevgiye ve ahlaka bel bağlayacak bir insan grubuna kıyasla daha fazla genlerini aktarma şansına sahip olacaktır. Bu şekilde tüze ve nezaket, hem daha az şey isteyen (bu, toplumsal olarak talep edilen bir minimumdur) hem de (topluluk kendine, ayıplama ya da yaptırım yoluyla bunlara uyulmasını dayatacak araçlar sağladığında) daha etkili bir şekilde ahlakla aynı doğrultuda hareket etmektedir.

Birkaç örnek. İstemeden bir koridorda bir yabancıya çarpıyorsunuz. Ona “Affedersiniz!” diyorsunuz. Ona saygı duyu- yormuş gibi yapıyorsunuz. Saygı ahlaki bir erdemdir (diğerinin onurunu dikkate almaktır). Ama bir koridorda birine çarptığınızda, bunu pek problem haline getirmezsiniz; büyük ihtimalle saygı ya da onur meselesini kendinize sormazsınız. Sadece ebeveynleriniz tarafından iyi yetiştirilmişsiniz, medeni bir toplumda yaşıyorsunuz, bir hödük olarak görülmekten endişe, ediyorsunuz... Bu, katıksız bir nezaketle “Affedersiniz!” demenize yeter. Bir erdemden ziyade bir reflekstir bu, bir ödevden ziyade bir şartlanmadır, ama (taklit yoluyla) ahlakla ilgili bir yanı vardır. Ötekine saygı gösterir gibi yapıyorsunuz: Naziksiniz.

O da size karşılık veriyor: “Rica ederim, önemli değil!” O da sizi bağışlar gibi yapıyor. Bağışlama ahlaki bir erdemdir (affetme erdemidir). Ama orada kendine sizi bağışlama ya da bağışlamama sorusunu sormuyor. İyi bir eğitim yetiyor. Sadece nezaket gereği, size “Rica ederim, önemli değil!” diyor. Bu, bağışlama taklididir.

Bir bardasınız. Garsondan bir kahve istiyorsunuz. İlave ediyorsunuz: “Lütfen!” Ona saygı gösteriyorsunuz (ona bir makine gibi değil, bir insan gibi muamele ediyorsunuz) ve çok haklısınız. Garson size kahveyi getiriyor. “Teşekkür” ediyorsunuz: Ona minnet gösteriyorsunuz. Bu saygıyı ve minneti hissediyor musunuz meselesine gelince, bu ayrı bir hikâye! Kuşkusuz bu olabilir, mesela garson o veya bu nedenle (çok genç ya da çok yaşlı ya da çok yorgun ya da çok çekici ya da çok becerikli... olduğu için) dikkatinizi çekmişse ya da sempatinizi kazanmışsa... Ama genellikle böyle olmaz. Mesele bile olmaz. Saygının ya da horgörünün, minnetin ya da nankörlüğün berisindesiniz- dir: Naziksiniz. Böylesi bir durumda kendinize sitem etseniz hata yapmış olurdunuz (bize her kahve getirildiğinde minnet duyacak olsak, yaşam gerçekten güç olurdu!) ama buna kanarak da hata yapmış olurdunuz. Saygı ve minnet ahlaki erdemlerdir. Ama toplumsal yaşamda sizden bu kadan istenmez: Nezaket, saygı ya da minnet duyuyormuş gibi -erdemliymişsiniz gibi- davranmanıza yeter.

Ahlak, sevgi taklididir. Tüze ve nezaket ahlak taklididir. Bu onları hor görmek ya da onlardan vazgeçmek istemek için bir neden değildir. Herkesin yasa ve nezaket kurallarına titizlikle uyduğu bir toplum, dışarıdan bakıldığında, neredeyse kusursuz bir toplum olacaktır. Kimse yasayı ihlal etmediği için mahkemelere, polise, cezaevlerine artık ihtiyaç olmayacaktır. Ulusun bütçesi için kayda değer tasarruflar! Şiddet genellikle ya hukukun ya nezaketin ya da daha sıklıkla ikisinin birlikte ihlal edilmesini gerektirdiği için, artık şiddet olmayacaktır. Ne büyük rahatlık! Ne büyük huzur! İdeal toplumun uzağında olunmayacaktır. Ama Blaise Pascal açık görüşlü bir şekilde size şunu gösterecektir: “Eğer orada kalırsanız”, dolayısıyla yasaya ve görgü kurallarına saygı göstermekle yetinirseniz, “kaybolmaktan kurtulamayacaksınız”: “Namuslu adam olarak kaybolacaksınız”. Kuşkusuz sözcüğün hukuki anlamında ama daha az lanetlenmeyeceksiniz.  Çünkü tüze ve nezaket açık ki asla kimseyi kurtarmamıştır. Ateist olarak şöyle ifade edeceğim: Toplum, dışarıdan bakıldığında hemen hemen kusursuz olacaktır ama yaşamın hiçbir değeri, hiçbir anlamı, hiçbir tadı olmayacaktır! Çünkü yaşama tat, anlam ya da değer veren tüze ve nezaket değildir.

İlk bölümü nezakete ayrılmış olan Petit traitt des grandes vertus (Büyük Erdemler Risalesi, çev. Işık Ergüden, İletişim Yayınlan, 2012, 400 s.) kitabım yayımlandığında, okurlar beni tebrik etmek için bana yazdılar ya da konferanslar ve imza günleri vesilesiyle beni görmeye geldiler: “Kitabınızda özellikle takdir ettiğim,” dedi bazılan (çoğu yaşlı insanlardı, doğru) “nezaketle başlamanızdı; bu gerçekten çok önemli!” Onlara “Doğru, nezaketle başlıyorum. Ama sevgiyle bitirdiğimi fark ettiniz mi? Bu çok daha önemli!” karşılığını veriyordum. Bu durumda, bana yaptıklan ve bir kompliman olarak gördükleri saptama, bu ilk bölümde, en kolaydan başlamak iyi bir pedagojik yöntem olduğundan erdemlerin en küçüğü olan nezaketle başladığımı açıkladığım ölçüde daha da şaşırtıcıydı. Oysa sevmek çok zordur; cesur, cömert ya da doğru olmak çok zordur; en azından nazik olmak kolaydır. Petit trait'nin, gerçekten de erdemlerin en küçüğü, henüz ahlaki olmayan (pisliğin biri de nazik olabilir) nezaketle başlayan ve erdemlerin en büyüğü, daha o noktada artık ahlaki olmayan (kuşkusuz sevmek ahlaka aykırı olduğundan değil, ama burada sevgi bizi ahlaktan bağışık bıraktığından: “Sev ve istediğini yap”) sevgiyle biten planı böyle açıklanabilir. En kolaydan en zora, en yaygından daha nadir olana, taklidin taklidinden (nezaket, sevgiyi taklit eden ahlakı taklit eder) yalnızca kendini taklit eden nihai modele (sevgi sevgiyi taklit eder: bkz. Spinoza, Freud, Simone Weil) gitmek. Bir kitapta yapılabileceği kadarıyla, sevgi taklidinden gerçek sevgiye gitmek.

Gibi yapmaya ne zaman son verilir?
Akla bir soru geliyor: “Ahlak sevgi taklidiyse (ahlaklı davranmak, sever gibi davranmaktır) ve tüze ve nezaket ahlak taklidiyse (nazik ya da dürüst olmak, sözcüğün hukuki anlamında, erdemliymiş gibi davranmaktır) ne zaman taklit yapmaya son verilir? Ne zaman gibi yapmaya son verilir? İki yanıt vardır: Gerçekten sevgiyle hareket edildiğinde, gibi yapmaya yukarıdan son verilir, benim azizlik anlan dediğim şeydir bu, ya da tüze ve nezaket dahi reddedildiğinde gibi yapmaya aşağıdan son verilir, barbarlık anlan dediğim şey de budur.

Aziz olmadığımız itirazında bulunulabilir... Seve seve kabul ediyorum. Ama çocuklarımızla, özellikle de küçük oldukla- nnda, hepimizin azizlik anlan oluyor. Onlan kendimizden bile çok seviyoruz, çıkarlarını kendimizinkinin önünde tutuyoruz, onlar için canımızı vermeye hazırız... Koşulsuz ve ölçüsüz sevgi: azizlik anı.

Barbar da değiliz. Ebeveynlerimiz ve öğretmenlerimiz, tüze ve ahlakı tümüyle unutma tehlikesiyle karşı karşıya gelemeyecek kadar iyi eğittiler bizi. Yine de kimi koşullarda barbarlık anlanınız olabilir. Bir şoför kalabalık bir yolda sizi sollayıp önünüze geçiyor ya da bulduğunuz park yerine park etmeye çalışıyor. Onu pataklamak üzere arabanızdan iniyorsunuz. Hukukun bunu yasakladığını biliyorsunuz: Ama hukuktan ve nezaketten bile vazgeçtiniz. Yalnızca öfke, şiddet, kin var: barbarlık anı.
Azizlik ve barbarlık birer istisna, hatta sınır durumlar. Gerçek yaşamımızın neredeyse tamamı bu ikisi arasında geçer. Sevginin yettiği azizlik anında ya da hukuk ve nezaketin artık yetmediği barbarlık anında olmadığımızda, numaralarla (iki-yüzlülük) ya da daha sıklıkla (kimseyi kandırmaya çalışmadığımızda) gerçek gibi olanlarla yaşarız: Ahlaklıymışız gibi yaparız, görgü kuralları ve yasallık denen şey budur; seviyor gibi yaparız, ahlak denen şey budur. Bu sevgiden daha az mı iyidir? Kuşkusuz. Ama barbarlıktan çok daha iyidir! Tüze ve nezaket asla kimseyi kurtarmamıştır. Suçluluk ve kabalık ise hiç kurtarmamıştır.

Tüm ahlaki erdemlerin bir bakıma neden sevgiye benzediği anlaşılmaktadır: Çünkü yokluğunda onu taklit etmektedirler, çünkü (eğitim yoluyla) ondan gelmektedirler ya da (taklit, sadakat ya da minnet yoluyla) ona yönelmektedirler, “ikiyüzlülük, ahlaksızlığın erdeme gösterdiği saygıdır,” der La Rochefoucauld.  Ben de, erdemlerimiz, olmadığı yerde sevgiye, tüze ve nezaket ise, yetmediğinde ahlaka gösterdiğimiz saygıdır, diyeceğim. Pascal, Düşünceler’de bunu güçlü bir şekilde ifade etmiştir: “İnsanın büyüklüğü, dünyevi zevklere olan eğiliminden dahi, hayranlık verici bir yasa çıkarabilmiş ve onu bir sevgi tablosu yapabilmiş olmasıdır.”  Bu yalnızca bir aldatmadır  kuşkusuz ama yine de çırılçıplak kinden yeğdir. Sevgi, tüze ve nezaketten yeğdir. Uygarlık, barbarlıktan iyidir.

Üç sevgi
Sevgi, ama hangi sevgi? Bu uzun giriş bölümünün en başından beri, ondan sanki sözcük tek anlamlıymış gibi tekil bahsediyorum. Oysa durum böyle değildir. Çocuklarımı seviyorum, âşık olduğum kadını ya da erkeği seviyorum: Açık ki aynı sevgi değil bu. Ebeveynlerimi seviyorum, arkadaşlarımı seviyorum: Aynı sözcük ama aynı duygu değil. İktidarı, parayı, zaferi sevebilirim. İnanıyorsam Tanrı’yı sevebilirim ya da seviyorsam Tan- n’ya inanabilirim. Şarabı ve birayı, istiridyeyi ve kaz ciğerini severim; ülkemi, müziği, felsefeyi, adaleti, özgürlüğü severim; 
kendimi sevebilirim... Kaç farklı nesne için kaç farklı sevgi! O kadar analitik bir dil olarak görülen ve genellikle de öyle olan Fransızca, sevgi söz konusu olduğunda, neredeyse abartılı bir sentez gücü ortaya koyuyor. Sözcük ülkemizde yalnızca daha fazla sükseye sahip: Kimse tam olarak neden bahsedildiğini bilmediği ölçüde sevgiden bahsedilmesinden daha fazla zevk duyuluyor... Ben bu karışıklığa son vermek istiyorum.

Herhangi başka bir dilde olduğu gibi Fransızcada da aynı sözcük alanına ait başka sözcükler elbette bulunabilir: affection (şefkatli bağlılık), tendresse (şefkat), amitie (arkadaşlık), inclination (eğilim), penchant (meyil), dilection (tinsel sevgi), predilection (ayncalıklı/öncelikli sevgi), attachement (bağlılık), goût (beğeni), passion (tutku), adoration (hayranlık), veneration (hayranlık dolu, derin bağlılık)... Ama özü kaybedecek ve temel boğumlanmaları artık seçemeyecek kadar çok sayıda detay, nüans, aşamalandırmaya dağılmak pahasına... “Aşın uzaklık da aşın yakınlık da görmeyi engeller,” der Pascal.  Dolayısıyla sevgiyle ilgili olarak uygun mesafeyi bulmak için, Yunanca konuşmak değilse de, çünkü bunu ne yazık ki yapamam, en azından üç farklı sevgi tipini belirtmek için Antik Çağ’dakile- rin kullandığı üç Yunanca sözcüğü kullanmayı âdet edindim.

İlki, genellikle yanlış anlaşılsa da Fransızcada da çok biliniyor: Eros.
İkincisi, yalnızca biraz Yunanca bilenler ya da felsefe ile ilgilenmiş olanlar tarafından bilinir: Philia.
Son olarak üçüncüsü, yeterli bir dinî eğitim (Hıristiyanlık eğitimi) almış olanlarca bilinir yalnızca: Agape.

Eros, philia, agape. İşte sevginin Yunanca üç ismi, en azından temel olan üç tanesi ve benim bundan sonrasında izleyeceğim plan bu olacak.

* cinsellik aşk ve ölüm, andré comte sponville, 
iletişim yayınları, 
çeviren: canan özatay, 
2013

Share on :

Hiç yorum yok:

 
Copyright © 2015 benhayattayken
Distributed By My Blogger Themes | Design By Herdiansyah Hamzah