ben küçükken İlknur K.'ya aşık olmuştum.
ilkokuldaydık. en temiz hislerle sevdiğim bu genç bayanla aynı sınıftaydık. o'nu sık sık bizim sıraya doğru bakarken yakalar, o da bana aşık diye düşünürdüm. lâkin neden sonra öğrendim ki aslında o, sıra arkadaşım Fatih Fazıl T.'ye bakıyormuş zira o bana değil o'na aşıkmış.
benim açımdan farkeden bişey olmamıştı yine de; ben Fatih Fazıl T.'ye aşık olan İlknur K.'ya aşık olmaya, ister istemez, devam etmiştim.
ben aslında bu aralar iyi değilim. aslında nasıl iyi olunur unuttum. veya iyi olan insanlar nasıl iyi oluyorlar, anlayamıyorum. bloglara falan bakıyorum, gülüyorlar, gözlerinin içi gülüyor, onları yeni bir türle karşılaşan bir zoolog gibi heyecanla takip ediyorum; her neşeli manzara aklımı başımdan alıyor, şaşırıyorum.
ilk kopyayı ben tâ üniversite son sınıftayken Arapça'dan bütünlemeye kaldığımda çektim. o kadar gecikmemin sebebi, artık bir şeyi görebilmek için o şeye burnumu yapıştırmak zorunda kalışımın fark ve miyop oluşumun son derece geç tespit edilişiydi.
ben tespit edememiştim, yaşıtlarımdan kısa oluşum gibi bi şey olduğunu düşünürdüm bu durumun.
Ama yine de bi şeylerin ters gittiğinin hissedebiliyordum. Bu insanlar önlerindeki arkadaşlarının yazılı kâğıtlarını nasıl okuyabiliyordu? Nasıl o minik minik harflerle doldurulmuş kopya kâğıtlarını görebiliyordu?
İlk cep telefonum kardeşimin artık taşımaya utandığı ericsson marka bi telefondu. cep telefonlarının yaygınlaşmaya başladığı dönemlerde ben sabit telefonu bile olmayan bir köyde öğretmenlik yapıyordum. köyde işe yaramıyordu ve 'bu iletişim ihtirası da ne oluyor canım' şeklinde bir muhafazakâr itiraz dolayımında şey ettiğim bir aletti ve zaten bu yüzden uzun süre kardeşimden arta kalan telefonlarla idare ettim.
en saçma huyum 'son damla'yı mutlaka ekleme huyumdur.
yanlış anlamalara mani olmak için hemen açıklayayım: mesela, demliğe çay koyuyorum. koydum. demliğin kapağını kapattım, ocağa koyacağım. ama hemen n'apıyorum? demliğin kapağını tekrar kaldırıp azıcık daha çay ekliyorum. eklemeden duramıyorum.
bu belirli bir ölçeği olmayan her şeyde, çiçek sularken, yemeğe tuz eklerken vs. mutlaka yinelediğim bir saplantı.
aşk bence... geçelim onu tırtıl...
benim en sevdiğim bloglar şimdi artık ne yazık ki kaybolup giden e-cisday, izlenimlerini hayranlıkla takip ettiğim endişeli peri, yeni keşfettiğim ve bir çırpıda bütün arşivini okuduğum bağdat cafe, samimiyeti ile beni mest eden netlik ayarı, her okuyuşta yeni bi şeyler öğrendiğim hastalardan öğrendiklerim... ve mira y calla ve bibliodyssey ve the nonist ...
3 yorum:
sevgili erhan bey,
bu haftasonu, işi gücü bitirmiş
(standart işler dışında, banyonun yanmayan ampulunü, yuvasında kırılan masa lambasının ampulünü bir güzel tamir etmiş), kanepenin örtüsünü çırpıp güzelce sermiş, herkes kendi işine bakarken ben de kanepeye oturup, ken parker'ın
30., "evim, güzel evim" albümünü almış okuyordum. ken parker'ı tanımıyorsanız, tanışın lütfen, ben çok severim kendisini. bu albümde ken parker evine dönüp, çocukluk arkadaşı dick ile karşılaşıyor. dick tam bir serseri olmuş. çocukken,ken, lena kolber adında güzel bir kıza aşıkmış ama lena, ken'in arkadaşı dick'e vurgunmuş. ken'de burnunu çekip bakarmış bu ikisine. lena'yı ziyarete gidiyorlar ama onun berbat hayatına tanık oluyorlar.lena'nın mesela dick'ten bir oğlu olmuş, orayı terkeden dick'in haberi bile yok bundan ve o koşullarda lena kasabanın fahişesi olmuş. geçmişe bir de böyle bakmak gerekiyor belki. ilknur, koca göbekli, sıkıcı bir hatun olmuştur muhtemelen, arkadaşınızla evlenmiş bile olabilirler. belki akşama birlikte bir paket çekirdekle dizi izleyeceklerdir.
olduğunuz, canı sıkılan kişi olmaktan, sahip olduğunuz hayatın olabileceklerden en iyisi olduğunu düşünmekten daha iyi bir yol yok belki. yani bu yapı kolay kurulmuyor, bunda kararlı olmak gerekiyor.
haftasonu, my fair lady'yi de izledim. eliza (audrey hepburn) elinde çiçek sepeti, sokakta, sıcak, küçük bir odam olsa, ben de oturup çikolata yiyip keyif çatsam diye hayalini anlatan bir şarkı söylüyordu. mutluluk hiç öyle görkemli, ulaşılmaz, başka blogların tekelinde bir şey değil kısaca:)
işe, damlayan musluğu tamir etmekle, ampulü değiştirmekle, aramanız gereken kişiyi arayıp o berbat konuşmayı yapıp bitirmekle, hayatına sahip çıkan biri gibi sigarayı bırakmaya uğraşmakla, demliğe bir kaşık daha çay koyarken, "amma matrak adamım ben yahu" demekle başlamak gerekiyor belki. hayat hepitopu da bunlardan oluşuyor. bunları yapıp bitirdikten sonra kendinize bir ken parker çizgi romanı almak da hayatın hoş yanı. hele bir de çikolata varsa evde:)
ben şimdi budala bir polyanna, hayatı çözmüş, duvara da asmış gıcık bir sıkıcı kişi gibi konuşuyor olabilirim. her doğru şey gibi hayatın bu kadar güdük bir şey olduğu duygusunu da veriyor olabilirim. ama mutluluğun diğer bir yolu da kabullenmek galiba.
etti iki k.(kararlılık, kabullenmek) şimdi bir 3. k. bulmak gerekiyor şıklı olsun diye ama bulamam şimdi. onu da size bırakıyorum.
güzel sözleriniz için çok teşekkür ederim. ama "fazla" şeyler söylemişsiniz bana. hele bu aralar, içine bu kadar kapanmış, sıkıcı olmayı göze almış biriyken hiç hayranlıkla izlenebilecek biri gibi duyumsamıyorum benim orayı. yine de çok hoşuma gitti.
mim oyununa katıldığınız için de teşekkür ederim.
sevgiler.
peri hanım, teşekkür ederim...
ken parker aşık olduğum bir adamdır...
aa çok hoş olmuş bu:)
Yorum Gönder