o halkada olmak

13 Oca 2008


Hayat denilen şu kısacık yolculukta, ama canlı ama cansız, ama güzel ama çirkin, ama dost ama düşman, kendilerine refâkat eden her şeyi sevip koruyan bu ehl-i insâf dervişler, fırlatıldığında bir insanın kafasını dağıtacak bir taşı bile incitmek istemezlerdi. Çünkü biiznillah dile gelse, sonsuz bir masalı anlatacak o taş, Allah’ın sırdaşı, dolayısıyla kendilerinin can dostu idi. Kâinâtın ahengini bozmaktan, yaratılan her şeye zarar ve zeval vermekten çekinen bu efendilerin zikir çektikleri mekan o kadar ferah ve dingindi ki, zincire vurulmuş en saldırgan deliler ve zincirlerinden boşanmış en amansız fırtınalar bile, böylesi bir yerde huzur bulurdu.
Duvarlardaki, üstat payesine ermiş hattatların ellerinden çıkma şaheserler, mesela altunlanmış zemin üzerine kırmızı lal ve siyah is mürekkebiyle yazılmış sülûs celîsi “Er Rahman” yahut, “Es Selâm” veya “Er Rahîm” gibi isimler, Mevlevîler için herhalde, Şems’ten bile daha aydınlatıcıydı. Mihrap tarafında, ebrû kâğıt üzehne tâlîkle çekilmiş bir besmele ve onun hemen üstünde de siyah kâğıt üzerine altun mürekkebi ile yazıya dökülmüş “Allah” lafzı yer alıyordu. Sol tarafta, harikulade bir sülüsle yazılmış “Allahü Ekber” ibaresi ve onun altında, nâmlı ve nâmsız hattatlann neshî, divânı ve tâlîkle kâğıda döktükleri âyet-i kerîmeler yer alıyordu. Sağda ise, kayık, ibrik, kuş ve cami şeklinde istif edilmiş sülüs duaların yanı sıra, mütenazır talik harflerle, insan yüzü şeklinde bir “Yâ hû” görünmekteydi. Bununla birlikte, altun yaldızla çerçevelediklerine bakılırsa, bu canların en çok değer verdikleri yazı, misafir edilip gönlü yapılan bir gezginci dervişin siyakatle karaladığı, bir “Allah razı olsun” ifadesiydi. Burası, Muhteşem Neyzen Bâtın Efendimiz’in en mübarek bulduğu yerlerden biriydi.
Öte yandan, bu kadar huzurlu bir mekanda kedilerin olmaması da imkânsız gibiydi. Nitekim tekir bir kedi hasırların üzerine uzanmış uyurken yavrularından ikisi birbirlerini kovalayıp oynuyorlardı. Ism-i Celâl zikredilirken sürekli dönüp kıpırdadıgı için olsa gerek, üçüncü yavru da şıkırdaula şıkırdatıla çekilen o upuzun zikir tespihini hedef seçmişti. Aniden atılarak tespihi pençeleriyle yakalayıp dişlerini geçiren bu kedi, o sabırlı ve nür yüzlü Mevlevtlerden biri tarafından usülca tutularak az ileride bir yere konsa bile yılmıyor, az sonra başka bir yönden hamle ediyordu. Ayrıca, sarı bir kedi de, kuyruğu havada olmak üzere, dizleri üzerine oturup zikir çeken canların sırtlanna ağır ağır, teker teker sürtünüp yavaş yavaş dolaşmaktaydı. Bütün bunlar bir yana, siyah-beyaz olan bir başka kedi, şeyhin kızıl postunun yanına ilişip çökmüş, tam da tabiatına yaraşır bir şekilde, uyumadığı halde gözlerini yumup adeta tefekküre dalmıştı. Bu kedinin öyle huzurlu ve dingin bir edası vardı ki, sanki Allah’a ulaşmaya çalışan bu canlann şeyhi bizzat oydu. Belki de Mevlevîlerin, “Allah” adını değil de, kendi adını zikrettiklerini düşünüyor, üstelik bunu olağan karşılıyordu. Eğer, ciltlerce kitap okuyup yazmış bir âlimin düşünme yeteneğinin on katı bu kedide olsaydı, ihtimal ki düşünmeye tenezzül edeceği yegane şey de bu olurdu.
Mevlevîlerin şeyhi, entarisi suratından akan kanla kırmızıya boyanmış delikanlıyı, yalınayak ve başı açık Eflâtun’u görünce, canları yatıştırmak istercesine ellerini kaldırdı. Zikir kesilince diğerleri biraz afalladılar. Bu insanları rahatsız ettiğini düşünüp utanan Eflatun çekinerek, sikkesine destar sarmış şeyhe sordu:
“Beni affedin efendim. Bir yanlış anlama da olabilir ama, beni siz mi çağırdınız? Bana siz mi ‘Gel’ dediniz?”
Eflâtun’u tepeden tırnağa süzen şeyh ona şu cevabı verdi:
“Biz insanlara ‘Gel’ diyenleriz. Doğru yere geldin.”
Sevince kapılan Eflatun, kendisine gülümseyen şeyhe şu soruyu sordu:

“Peki beni niye çağırdınız? Bir emriniz, bir ihtiyacınız mı var?”

Gözlerinin içi gülen şeyh, usûl gereği, kalkmadan önce yeri öptü ve “Evet,” dedi. “Senin temiz kalbine ihtiyacımız var. Bazıları var ki buraya gelir ve huızur bulur, yine bazıları var ki bizler onda huzur buluruz.”

suskunlar/ihsan oktay anar; iletişim yayınları 2207, s.121



Share on :

1 yorum:

endiseliperi dedi ki...

ben, ihsan oktay anar'ın diğer kitaplarını yazın okuyup, sevmiştim de o nedenle havalar ısınsın istiyorum onu okumak için. yanlış oldu; bu kitabı okumak için havalar ısınsın istemiyorum, bu kitabın mevsimi o zaman, diyorum:) seviyorum elbette ama yanıp tutuşmuyorum ihsan oktay anar için. bazı yazarlar vardır, sevmenizin ötesinde size ait biridir artık ve ona yapılan övgüleri nabzınız hızlanarak dinlersiniz, temsilen siz kabul ediyormuşsunuz gibi onun iltifatlarını. bu öyle değil. yazın, uzun öğle sonlarında ya da sabah erken tatil ilan etmişseniz kendinize okunacak ve hakkında yapılacak iltifatlara nezaketle, gülümseyip sessizce katılanılacak (ıyk, ne biçim sözcük bu,) bir yazar.

yoksa alıntı muhteşem. ben yanlış olmasın diye açıkladım uzun uzun:)

sevgiler.

 
Copyright © 2015 benhayattayken
Distributed By My Blogger Themes | Design By Herdiansyah Hamzah