...Hayvanlarla seks ile büyücülük arasındaki bağlantı, şeytanın aniden
belirip hayvanlarla ilişkiye geçmiş insanlardan sadakat talep etmesinden daha
derinlere gider. Avrupa ve Kuzey Amerika kolonilerinde yedi binden fazla cadı
infazının gerçekleştirildiği 16. ve 17. yüzyıllardaki büyü çılgınlığında
hayvanlar genellikle bizzat şeytanın vücut bulmuş hali olarak
nitelendiriliyordu. Hayvanlarla seks şeytana tapınma yöntemlerinden biri gibi
görülüyordu. Efsun ve büyü en az Babillilerden beri yasaktı ama erken modern
dönemden önce çok az insan resmen bu suçla itham edilmişti. Bu durum hukuk ve
din çevrelerine hummalı bir cadı avcılığının hakim olmaya başladığı 1400’lerin
sonlarında değişti. Cadılar artık yalnızca büyücü ve fitneci değillerdi. Daha
korkutucu olan bu yeni cadılar, dünyayı mahvetmek için birbirleriyle ve
şeytanla işbirliği yapan ve sapkın kişilerdi. Cadıların genellikle kadın, orta
yaş veya daha üstü, yoksul ve cinsel sapık olduklarına inanılıyordu. Doğru
rakamları saptamak zor ama 14501750 yılları arasında altmış binden fazla
insanın büyücülük suçundan infaz edildiğini söyleyebiliriz. Bunların en az
yüzde 80’i kadındı.
Büyücülük suçu, cadıyla şeytan arasındaki bir sözleşmeye dayanıyordu. Cadı
bu sözleşmeyle Tanrı’ya yüz çevirip şeytanın hizmetine gireceğini kabul etmiş
oluyordu. Kanlayazılıp cehennemde imzalandığına inanılan bu sözleşmeyle, cadı
resmen şeytanın büyük ordusuna katılmış oluyordu. Cadı, sözleşmesi gereği,
kıtlığa yol açar, çocukları öldürür ya da yer, doluyla ekinleri telef eder,
haça tükürür, kutsanmış ekmeğe işerdi. Söz konusu sözleşme suçun en önemli
yanıydı. Sözgelimi Saxon’un 1570’lerdekiyasası, herhangi birine fiilen zarar
versin veya vermesin, şeytanla anlaşma yapan herkesin yakılarak öldürülmesini
öngörüyordu. İskoç hukuku da aynı doğrultudaydı. 1604’te İngiltere, bilinen
herhangi bir kurban olmasa bile kötü ruhlarla iletişime geçmeyi suç sayarak
yasayı yeniden düzenledi.
Bu sözleşmelerin altında yatan mitoloji karmaşıktı ama konumuz açısından
ortak bir yanı vardı: Şeytanın seks talebi anlaşmanın bir parçasıydı. Suçlanan
cadıyı şeytanla veya onun emri altındaki biriyle seks yaptığını kabul etmeye
zorlamak, sözleşme yapıldığının yeterli kanıtı sayılıyor ve cadıyı ölüme
göndermeye yetiyordu. 17. yüzyılda yaşamış İtalyan papaz ve demonolog
FranceseoMaria Guazzo, yolda garip bir adam kılığına girmiş şeytanla karşılaşan
on iki yaşındaki bir kızın hikayesini şöyle naklediyordu: “Kız bu adama
yemin etmeye ikna edildi ve adam, kızın bağlılığının bir işareti olarak
tırnağıyla kızın alnına bir işaret yaptı, sonra da annesinin gözü önünde kızla
yattı.” Annesi, tecavüze uğrayan kızının görüntüsü karşısında dehşete düşmek
yerine cinsel açıdan uyarıldı ve adama “kızının yanında kendini ona teslim
etmeyi teklif etti”. O andan itibaren hem kız hem de annesi şeytanın
kölesi oldu, diyordu papaz. Diğer zamanlarda gürbüz bir erkek hayvan
kılığındaki şeytanın cadıdan anüsünü öpmesini veya onunla cinsel ilişkiye
girmesini istediğinde sözleşmenin imzalandığı söyleniyordu. Senaryolar
insanların gördüğü kabuslar kadar çeşitliydi.
Alman şehri Bamberg’in belediye başkanı Johannes Junius’un vakasında
sözleşme, hem insan hem de hayvan suretindeki bir yaratıkla seks yapmayı
içeriyordu. İşkence altındaki Junius “bahçıvan kadın” kendisine yaklaşırken
bahçede olduğunu itiraf etmişti. Kadın onu “ayartıcı sözlerle iradesine
teslim olmaya” ikna etmiş ve hemen ardından meleyen bir keçi kılığına
girip Junius’a musallat olarak ruhunu teslim etmesini istemişti: “Şimdi
kiminle o işi yapacağını görüyorsun. Ya benim olursun ya da boynunu kırarım.”
Junius 1628’te tutuklandığı zaman Bamberg şehri, Junius’un karısı da dahil
yüzlerce insanın mahkum edilip yakıldığı büyük çaplı bir cadılık dehşetinin
pençesindeydi. Junius, kelebek vida ve filis tin askısı kullanılarak yapılan
işkencelere rağmen itirafta bulunmayı uzun süre reddetmişti. Daha sonra
hapishanede “Beni sekiz kez [filistin askısında] yukarı çektiler ve
tekrar düşürdüler,” diye yazdı, “korkunç acılar çektim.” Sonunda
“acınası” bir çaresizlik içinde çözüldü ve bir keçi tarafından ayartıldığını,
daha sonra şeytan tarafından vaftiz edildiğini ve çocuklarını öldürmesi için
ondan emir aldığını itiraf etti.
Junius’un dişi bir keçi tarafından şeytanın hizmetine sokulma hikayesi
mahkemedeki savcılara gayet anlamlı geliyordu ama onları tatmin etmeye yetmedi.
Söylenildiğine göre, cadıların “sabbat” dedikleri sefahat
festivallerinde ona eşlik eden diğer Bamberg sakinlerinin isimlerini verene
kadar işkence görmeye devam etti. Büyük ihtimalle Junius’un ismini verdiği her
masum yargılanıp öldürüldü. İşbirliğine rağmen belediye başkamna merhamet
gösterilmedi. Çektiği acıları anlattığı mektubu kızına ulaştırması için bir
gardiyana para ödedikten sonra kazıkta yakıldı.
CADILIK DAVALARINA BAŞKANLIK EDEN sivil hakimler ve papazlar, zanlıları şeytanla
cinsel oynaşmalarını anlatmaya zorlarlardı. Savcılar ne istediklerini biliyor
ve genellikle işkenceyle istediklerini alıyorlardı. Savcıların sapkın cinsel
maceralarını “itiraf etmeye” zorladıkları ebe veya ihtiyar dilenci kadınlar
paramparça ediliyorlardı. Kariyerlerini kendi sadist fantezilerinin
ayrıntılarıyla uğraşmaya adamış savcılar için hiçbir şey ihtimal dışı değildi.
Tarihçi Walter Stephens şöyle diyordu: “Uyuşturucu ve seks bağımlığı
gibi cadılara dair fanteziler de müptelaların dozajı sürekli artırmasını
gerektiriyordu; aksi halde fanteziler temelde yatan dürtüyü tatmin etme gücünü
geçici de olsa yitirirlerdi. ”
Cadı davaları bitmek bilmezken, cinsel açıdan üstün bir yaratık olarak
şeytan fikri gelişti. Altı yüzden fazla cadıyı kazığa göndermekle övünen seçkin
Fransız savcı Pierre de Lancre on yedi yaşındaki bir Basklı kızdan söz
ediyordu. Savcının bizzat tetkik ettiği bu kız şeytanın bazen erkek bazen de
keçi olarak belirdiğine tanıklık etmişti.
Katınnkine benzeyen bir organı vardı... kol kadar kaim ve usundu... böylesi
güzel bir şekle ve ölçülere sahip aletini her zaman teşhir ediyordu.
Hayvanın cinsel organı pullarla kaplı etten, demirden, keten, den,
boynuzdan veya tamamen farklı bir şeyden yapılmış olabiliyordu. Bazı İspanyol
ve İtalyan cadılar dünyada hiçbir şeyin kendilerini bu organlar kadar tatmin
etmediğini itiraf ederken, pek çok cadı da bu organların kendisine acı
verdiğini söylemişti. Fransız cadı avcısı Nicolas Rémy anılarında büyük bir
heyecanla şunları yazmıştı: “Bütün dişi cadıların söylediğine göre
şeytanlarının sözüm ona cinsel organları öylesine büyük ve öylesine sertmiş ki,
korkunç acılara katlanmadan o organları içlerine alamıyorlarmış.” Rémy’nin
kurbanlarından biri olan Miremontlu Didatia şeytanın penisi yüzünden iç kanama
geçirdiğini itiraf etmişti.
Cadı zanlıların kendilerini suçlayanların istedikleri bilgiyi açıklamaları
zor olsa gerekti. 1616’da Paris Parlamentosu’nun dava ettiği zavallı kızın
şeytanın atmkini andıran organını tarif ederken harcadığı çabayı ve zamanı
ancak hayal edebiliriz: “İçime girdiğinde buz gibi soğuktu ve buz gibi soğuk
menisini boşalttı, çıkarken de içimi kor gibi yaktı.” 1594’te Aquitaine
Parlamentosu’nda davası görülen başka bir kız da kendisinin keçiye sunulduğu
bir toplu sekse katıldığını söyledi:
Keçi onu gelini olarak alıp civardaki bir koruluğa götürdü ve onu yere
yatırıp içine girdi. Fakat kız bu ilişkiden hiç hazal madığını, çünkü oldukça
keskin bir acı ve keçinin buzgibi soğuk menisinin dehşetini hissettiğini
söyledi.
Anlaşılan şeytan kendini herhangi bir hayvan veya böcek kılığına
sokabiliyordu ama çoğu demonolog onun keçiye meyilli olduğu noktasında
hemfikirdi. “Keçilerin ağza alınmaz şehvet düşkünlüğü meşhurdur,” diye
yazıyor Remy, “ve şeytanın asıl derdi takipçilerini en büyük cinsel
aşırılıklara itmektir.” Ne var ki keçi, insanları “tik sinç
muzırlıklara” sürüklemeye gayet “uygun” bir hayvan olmanın ötesine geçiyordu.
Şeytanın keçiyle ilişkilendirilmesi Avrupa toplu munun özünde yatan bir nefret
damarını besliyordu: Bu hayvan onlara boynuzlu Yahudileri de hatırlatıyordu.
Yahudilerin ortaçağda karalanıp katledilmesi Erken Modern dönemdeki cadı
avcılığına da zemin hazırlamıştı. Yahudilerin dünyadaki belaların günah keçisi
olarak görülmesi, cadı avı çılgınlığı başladığında topluma zaten yerleşmişti.
Halkın inanışına göre Yahudi ritüellerinde Hıristiyan çocukların kanı dökülüyor
ve Yahudiler veba salgınlarına yol açıyorlardı. Dönemin resimlerinde Yahudiler
keçiler gibi boynuzlu, darmadağın sakallı ve kuyruklu betimleniyordu. Her ne kadar
Yahudiler her zaman keçi olarak resmedilmediyseler de çoğunlukla keçileri
sürerken ya da keçilerin sırtına ters oturmuş halde gösteriliyorlardı.
Viyana’da Yahudiler dışarıya kafalarında keçi boynuzlarını andıran sivri
şapkalarla çıkmaya zorlanıyorlardı. 13. yüzyıl Fransa’sında III. Philip,
Yahudilere geleneksel Yahudi rozetine boynuzlu bir figür eklemelerini şart
koşmuştu. Hem Yahudilerin hem de keçilerin, şeytanın pis kokusuna sahip
oldukları söyleniyordu ve Yahudiler ile keçiler seks avcıları olarak “biliniyorlardı”.
Yahudiler ve cadılar şeytanla işbirliği yaptıklarından, cadı avcıları
ortalıkta avlanacak çok fazla Yahudi olmadığı zaman bile Yahudilerin
peşindeydiler. Dahası, ortaçağ yasaları Yahudiler ile Hıristiyanlar arasında
cinsel ilişkiyi suç sayıyordu. İngiltere’de, Yahudilerle seks yapmak
zındıklıktı, eşcinsellik ve hayvanlarla seks yapmakla aynı suç kategorisinde
yer alıyordu. Yahudilerin Fransa’dan kovulmasından asırlar sonra de Lancre
onları şeytanın himayesi altında kötülük yapmakla suçladı: “Her türlü laneti
hak ediyorlar, tüm ilahi ve insani yücelikleri yerle bir ettikleri için
cezalandırılmaya ve en büyük işkenceleri çekmeye layıklar. Kısık ateş, erimiş
kurşun, kaynar yağ, zift, balmumu ve sülfür karışımı bile onların hak ettiği
keskin ve acımasız azabı veremez.” Yaklaşık 1400’de cadıların küçük çocukları
yemek, zehir hazırlamak ve seks yapmak için toplandıkları miti oluştuğunda,
dine aykırı bu sefahat âlemlerine, İbranicede yedinci gün anlamına gelen
“sabbat” veya daha dolaysız şekilde “sinagog” adının verilmesi tesadüf
değildir.
ERKEN MODERN DÖNEM cadıların kökünü kazıma amaçlı hukuk düzenlemesine sahne
oldu. Cadı avcılığı kariyeri yapmaya hevesli hukukçular, yargıçlar, din
adamları ve engizisyoncular hummalı bir şekilde çalışıyorlardı. Sabbat
âlemlerini en uçuk şekillerde betimleyen de Lancre, Fransa’nın güneybatısındaki
Bask bölgesinde otuz bin insanın bu ayinlere katıldığını savunuyordu. De Lancre
ve çağdaşları için tek soru, olabildiğince çok cadıyı bulup öldürmek için
hukukun nasıl kullanılacağıydı. 1609 yılında Fransa’da sadece de Lancre
seksenden fazla kadını kazığa gönderdi; Remy on beş yıl zarfında dokuz yüz
cadıyı idam etmekle övünüyordu.
Cadı avı çılgınlığının sebepleri üzerine birçok teori vardır: Reform
dönemindeki dini hoşgörüsüzlük, savaşın yarattığı kaos ortamı, hukuk sürecinin
devlet merkezli oluşu vb. Bu çalkantılı dönemdeki hemen her tür cadılık olayı
doğaüstü öğelere başvurmadan da kolaylıkla çözümlenebilir olsa da cadı avcıları
öyle düşünmüyordu. Gerek usta cadı avcıları gerekse yakılan cadıları seyretmek
için toplanan kalabalıklar, çevrelerinde kanıtlarına bolca rastladıkları
doğaüstü şeylere odaklanıyordu. Toplumun her kesiminden insanlar, büyüye ve
esrarengiz şeylere inanıyorlardı. Şeytanla ve onun hizmetçileriyle mücadele
etmek, eğitimli insanların iş tanımında yer alan ciddi bir işti. Onlar
bölgelerini şeytanın suç ortaklarından temizlerken, cadı avcıları da Hıristiyan
âleminin selameti için üstlerine düşeni yapıyordu.
Cadı davalarına bakan savcıların karşılaştıkları başlıca sorun şuydu:
Modern cadılar sorun çıkarmak için büyüyü kullanıyorlardı, o halde izlerini
kapatmak için yine büyüye başvuramazlar mıydı? Demonologlar başvurduklarını
söylüyorlardı, dolayısıyla cadılık faaliyetine tanık aramak için bir sebep
yoktu. Bu nedenle büyücülük ancak itiraf elde edilerek kanıtlanabiliyordu ve bu
itiraf süreci yoğun işkence gerektiriyordu. Yaşlı kadınları ve ebeleri bebek
kızartmak, keçiyle cinsel ilişkiye girmek ve süpürgeyle uçma gibi konularda
itirafa zorlamak güç işti. Nitekim seçkin bir cadı avcısı şöyle şikayet
ediyordu: “Bir cadıyı hakikati söylemeye zorlamak, bir insanın içinden
şeytanı çıkarmak kadar, hatta ondan daha zordur.” Diğer suç
vakalarında işkence son çareyken, büyücülük vakalarında uygulanan ilk yöntem
işkence oluyordu.
Savcıların kullandığı çok sayıda elkitabından en önemlisi, Domi nikan
mezhebinden engizisyoncu Jakop Sprengler’in, Alman engizisyoncu Heinrich Kramer
ile birlikte yazdığı Malleus Maleficarum [Cadı
Çekici] adlı kitaptı. Sonraki baskılarında Sprengler’in ismi ortak yazar diye
geçse de günümüzde uzmanlar onun kitapla pek ilgisi olmadığı kanısındalar. İlk
kez 1486’da yayımlanan ve 1669’a kadar yaklaşık otuz baskı yapan bu kitap,
cadıları suçlama, işkenceden geçirme ve infaz etmenin püf noktaları hakkında
kapsamlı bir kılavuzdur. Kitap öncelikli olarak hukukçular ve yargıçlar için
yazılmışsa da, cinsel içerikli resimlerin olduğu pasajlar ve çizimler yüzünden
hukukçular dışındaki okur kitlesine de hitap etmiştir. “Cadıların İncubus diye
bilinen İblislerle ilişki kurma yolu” gibi bölüm başlıklarıyla, bu ve benzeri
kitaplar okurlara hem cinsel fanteziler kurup hem de kendilerini dindar sayma
zevkini yaşatmıştır.
Kramer, cadıların kökünün kazınması gerektiğini açıklarken çok zorlanmadı,
büyücülüğe inanmak bile inanca aykırıydı zaten. Malleus’un üzerinde durduğu
nokta büyücülüğün nasıl işlediğiydi ve bu konudaki diğer elkitapları gibi iflah olmaz bir kadın düşmanlığı
sergiliyordu. “Her tür büyü, kadınlardaki dinmeyen tensel şehvetten
kaynaklanır,’’diye yazıyordu Kramer. Kadınların sözüm ona cinsel zafiyetleri, onları
şeytanın ayartmasının baş kurbanları haline getiriyordu. “Şeytan, kadınların
tensel hazları sevdiğini bildiğinden onları kullanır,” diyordu Fransız cadı
savcısı Henri Bouget. “Erkeğin kadının bedenini istismar etmesinden başka
hiçbir şey kadını erkeğe daha fazla tabi ve sadık kılmaz.” Remy kendi adına “bu
pisliklerin [yani cadıların] hepsinin kadın olmasını makul” buluyordu. Henüz
şeytan tarafından ele geçirilmemiş kadınlara bile güvenmemek lazımdı. “Bütün
kötülükler bir kadının kötülüğünün yanında hiç kalır.”
Kadınların şeytanın cinsel istismarından zarar görmesi hukuk nezdinde
önemli değildi. Remy ve çağdaşları, şeytanın cüsseli organının yaraladığı
kadınların yaşadığı acıları alabildiğine acımasız bir dille betimliyorlardı.
Savcılar şeytanı adeta kıskanıyorlardı. Büyücülük, her şeyden önce erkeklerin
cinsel gururunu tehdit ediyordu. Cadı avcılığının geniş literatürü, hadım
edilme ve erkekliği kaybetme kabuslarıyla doluydu. Malleus Maleficarum, bir
seferde topladıkları yirmi-otuz penisi saklayan cadılardan bahseder, bu sırada
mağdur erkekler de dünyayı dolaşarak kayıp penislerini ararlar. Kitapta ayrıca
“yaygın bir rivayete” göre cadıların kuş yuvalarında sakladıkları penislerin
kendi başlarına yulaf ve ekinle beslendiklerini yazar. Belki de
dikkatsizliğinden dolayı fazla ifşaatta bulunan deneyimli Papaz Kramer,
yuvadaki “büyük” penisin bir papaza ait olduğunu sözlerine ekler.
Malleus kitabında vurgulandığı gibi ana akım Hıristiyanlık, kadınları
“şeytanın kapısı”, bedenlerini de “gündüz külahlı gece silahlı” olarak
görüyordu. Antik Hıristiyanlık bilgeliğine dayanan ve içine büyük ölçüde
paranoyak fanteziler katan bu kitap ve benzeri kitaplar büyücülüğü kadınlara
özgü bir cinsel suç haline getirdi. 1400’den önce cadı diye suçlanan insanların
yaklaşık yarısı kadındı. Bu oran 17. yüzyılda cadı avcılığı ayyuka çıktığında
onda sekize yükseldi. İsviçre, İngiltere ve şimdi Belçika diye bilinen bölgede
söz konusu oran daha da yüksekti.
Bu dönemde cadıların yaşlı ve çirkin kadınlar olduğu klişesi yaygınlaştı.
O, “yanık ve kırışık yüzlü bir kocakarıydı ve yaşlılıktan kamburu
çıkmıştı... gözleri çukurlarına kaçmış ve dişleri dökülmüştü. Titrek kolları ve
bacaklarıyla sokaklarda mırıldana mırıldana yürüyordu.” Sadaka isteği
geri çevrilen dilenci bir kadın, çocuk düşüren bir kadının yanı başındaki bir
ebe veya yalnız kalmış bir dul kadın; bunlar suçlanma ihtimali en yüksek olan
kadın tipleriydi.
Bir sürü şüpheli vardı. İşkence altındaki cadı zanlıları hem suç ortaklarım
hem de sabbat ayinlerinde gördükleri insanları ihbar etmeye zorlanıyorlardı.
1611’de Ellwangenli Barbara Rüfin, oğlunun evlenmesine karşı çıkınca
büyücülükle suçlandı. Ailesi onu oğlunu zehirlemeye çalışmakla ve aynca
hayvanları öldürmekle itham etti. Yetkililer yetmiş bir yaşındaki kadını
tutuklayıp yedi kez işkenece ettiler. En sonunda kadın şeytanla ilişkiye
girdiğini, ayrıca oğlunu öldürmeye çalıştığını, hayvanlan zehirlediğini ve
ekinleri telef ettiğini itiraf etti. Dahası, diğer cadıları da ihbar etti,
muhtemelen onlar da başkalarını. Ellwangen’deki cadı avı durulmadan önce
yaklaşık dört yüz kişi idam edildi. Aralarında şehrin yargıcının karısı da
vardı. Yargıç, eşinin haksız yere mahkum edildiğini söyleyince, o da tutuklanıp
itirafa zorlandı ve infaz edildi.
Malleus, mahkumların sihirli güçlerinin etkisiz hale getirilmesi için
yetkilileri gereken her şeyi yapmaya teşvik ediyordu. Kadınların
evlerinde “her köşe bucakta, her sandıkta ve her katta... büyücülük
aletleri” aranıyordu. Ayrıca Kramer, cadıların derhal evlerinden
uzaklaştırılmalarını öğütlüyordu, çünkü “onlar ancak bu yolla denetim altına
alınmış olacaklar ve soruşturma sırasında konuşmamak için yardım aldıkları
büyücülük aletlerini veya güçlerini yanlarında götüremeyeceklerdir.”
Aramadan sonra bile cadıların yargıçlara büyü yapması riski vardı. Malleus
zanlılarla fiziksel temas kurulmaması hususunda uyarıda bulunuyordu. Şayet
temas kurulursa, sadece konsantre tuz ve şifalı otlar karışımı temas kuranları
iyileştirebilirdi. Cadının bakışları bile yargıcın kararlılığını
zayıflatabilirdi. “[Cadılar] yargıçların bakışını üzerlerine çekmek suretiyle
onların zihnini değiştirebilmişlerdir... Böylece yargıçlar cadılara karşı
duydukları bütün öfkelerini yitirmişler ve onları hiçbir surette rahatsız
etmeden, serbest bırakılmalarına izin vermişlerdir.” Cadılar, büyü
kullanmalarını engellemek amacıyla yargıcın huzuruna geri geri yürüyerek
çıkarılıyorlardı.
Cadı zanlısı gözaltına alındığında şeytanla bağlantısını kanıtlamanın
çeşitli yöntemleri vardı. “Cadıyı yüzdürmek” diye adlandırılan bir yöntem,
antik Babil uygulamalarına benziyordu. Zanlı çırılçıplak soyulup elleri ve
ayaklan birlikte bağlanıyor, sonra da tekrar tekrar nehre veya göle sokuluyordu.
Şayet batmadan su üstünde durursa suçlu olduğuna karar verilip öldürülüyordu;
batarsa, masum olduğuna hükmedilip yaşamasına izin veriliyordu, tabii sudan
zamanında çıkarılırsa. Kral James bu yöntemin şaşmaz olduğuna inanıyordu:
Dolayısıyla Tanrı, bu azman
dinsizliğin doğaüstü bir işareti olarak suyun onları içine çekmeyi reddetmesini
ve kutsal vaftiz suyunun onları savurup atmasını öngörmüştür.
Cadıları yüzdürmekten daha yaygın olan yöntemse, onları taciz etmekti.
Bazen bu yöntem nispeten yumuşak uygulanıyordu, tıpkı Amerikalı püriten papaz
Cotton Mather’ın, içine şeytan girdiği için kıvranan bir kızın göğüslerini
okşadığı örnekte olduğu gibi. Ne var ki, “şeytanın işaretleri” aranırken
çok daha acımasız taciz vakalarına da rastlanıyordu. Demonoloji, şeytanın
cadıları çeşitli işaretlerle damgaladığını savunuyordu. Bu işaretler siğil, ben
ve bebek iblislerin emdiğine inanılan fazladan göğüs uçları olabiliyor ve bu
işaretler cadının aşağılık sözleşmesinin kanıtı sayılıyordu. İlk bakışta
görülemeyen işaretlerin derinin altında olduğuna ve acıya direnç gösterdiğine
inanılıyor, onları ortaya çıkarmak için de iğnelerle çiviler kullanılıyordu.
Şeytanın cadıyla ilişkisi cinsel olduğundan, yetkililer elbette ilk olarak
cinsel organların üstündeki veya çevresindeki işaretleri arıyorlardı.
Savcılar ve usta cadı avcıları, şeytanın işaretlerini bulmaya yönelik
araştırmalarını teşhir ediyorlardı. Çoğu zaman cadıların kafaları ve cinsel
organları halkın önünde tıraşlanıyordu. Kalabalık coşarken, cadılar kendilerini
suçlayanlar tarafından itilip kakılıyorlardı. Malleus ve diğer kılavuz kitaplar
cadı zanlıların “gizli yerlerinin özenli ve dikkatli bir şekilde” incelenmesini
salık veriyordu. “Cadının meme uçları” ve klitoris metal aletlerle
inceleniyordu. Kollar, bacaklar veya boyun gibi diğer uzuvları dikkatlice
incelerken bıçakla delip kesmek sık görülen bir uygulamaydı.
İsviçre Konfederasyonu, İskoçya ve İngiltere’de şeytanın işaretlerini bulma
amacıyla yüzlerce inceleme yaptı. Bazı durumlarda, uygun bir işaret
bulunamayınca cadı zanlıları kazıkta ölmekten kurtuluyordu. Fakat mahkumiyet
sayısına göre maaş alan savcı ve avcılar genellikle aradıkları şeyi
buluyorlardı. İskoç cadı avcısı Matthew Hopkins işlere tek başına
yetişemediğinden dört yardımcı tutmak zorunda kalmıştı. Hopkins, şeytanın işaretlerinin
kötü ruhların gıdası olduğuna inanıyordu, bu nedenle aç ruhları çekmek için o
işaretleri kullanıyordu. Kurbanları soyup sandalyeye bağlayarak aç aç
bekletiyordu. Bu arada içeri giren bir hayvan, cadının kötü bir ruh
çağırdığının kanıtı sayılıyordu. Eğer ortalıkta hayvan görünmezse, birkaç gün
sonra Hopkins kendi elleriyle hayvanları oraya koyuyordu. Başka durumlarda cadı
zanlıları hücrelerinde yalnız bırakmak işi halletmeye yetiyordu.
Northamptonshirelı Anne Foster’ın hücresinde “mahremini” emzirdiği ihbar edildi
ama iblis emziren bir cadının çıkardığı sanılan sesler aslında kadıncağızın
hücresinde saldıran sıçanlara karşı koyarken attığı korku dolu çığlıklardı.
1674’te idama mahkum edildi.
Zanlının cadı olduğu teşhis edildikten sonra itirafını almak gerekiyordu.
Yasaya göre cadılar idam edilmeden önce suçlarını kabul etmeliydi. Maileus
cadıların işkenceyle itirafa zorlanmasını öneriyordu. İşkence sehpası, kırbaç,
yakma, gözleri oyma; bunların hepsine izin vardı. “Cadı hapishanesine kim
gelirse gelsin, ya cadıya dönüşüyor ya da bir şey uydurana kadar işkenceye
maruz kalıyor,” diye yazar Johannes Junius.
Kral James, “Ancak işkence aletlerinin yarattığı dayanılmaz acılar,
şeytanın hizmetkarları üzerindeki kontrolünü zayıflatabilir,” diyordu.
Eğer işkence işe yaramıyorsa bunun nedeni şeytanın işkence odasında işini görüp
zanlıları acıya karşı dirençli kılmasıydı. Malleus, Hagenau şehrinde yaşayan
bir cadıdan söz eder. Bu cadı bir erkek bebeği öldürüp pişirerek ve sonra,
işkence altındayken kullanmak için, bebeğin kalıntılarını öğütüp toz haline
getirerek “sessizlik ihsanı”na kavuşmuştu. Hagenaulu kadın pekala sessiz kalmış
olabilir ama kalmışsa bunun nedeni büyük olasılıkla yaşadığı şoktur.
BUGÜN BÖYLESİ HURAFELERİN ve böylesi bir vahşetin hukuk gözetiminde
yaşanmış olduğunu kabul etmek zordur. Bu adaletsiz, sapkınca ve saçma yaklaşım
devletlerin müdahelesiyle ya da teşvikiyle benimsenmiştir. Büyücülük karşıtı
yasalar her yerde yürürlükteydi, çünkü devletin önde gelenleri büyücülüğün
varlığına hakikaten inanıyorlardı. İşkencenin uygulandığı birden çok cadı
davasına bizzat gözetmenlik etmiş ve kendi demonoloji kitabını yazmış Kral
James’e göre cadılar her yerdeydiler: “Şeytanın iğrenç köleleri olan
cadılar ya da büyücüler şimdilerde korkutucu ölçüde çoklar, eskiden hiç
olmadığı kadar fazlalar.” James’in idaresi altında, cadı davaları için
kurulan ve gerektiğinde işkence uygulayan özel bir komisyon, 1591’den 1597’ye
kadar en az üç yüz davayı yönetti.
Kıta Avrupası’nda IV. Hemy’nin idaresindeki Pierre de Lancre Bask bölgesini
kasıp kavuruyordu. Lorraine Dükü III. Charles için çalışan Remy, cadı
zanlılarına karşı fazla ılımlı davranan yerel sulh hakimlerini uyarma yetkisine
sahipti. Cadı idamlarının en fazla görüldüğü Alman eyaletlerinde cadı avlama
faaliyeti resmi niteliğe sahip gezici etkinlikleri andırabiliyordu.
Mahkumiyetlere engel olan her tür yerel yasa ve âdeti geçersiz kılmaya hazır
adli cadı avcıları şehirleri ziyaret ediyordu. 16. ve 17. yüzyıllardaki cadı
avı çılgınlığı aşağıdan değil, yukarıdan dayatılıyordu.
Bir cadı için verilen ölüm kararının peşinden idam gösterisi geliyordu.
Avrupa’da bu gösteri genellikle ateş yakılarak yapılıyordu. Cadıları diri diri
bazen de boğulduktan sonra yakma fikri saygın bir Fransız filozof ve Paris
Parlamentosu üyesi Jean Bodin tarafından destekleniyordu. Bodin bu pratiği,
cehennemde ebediyete kavuşmak için bir tür hazırlık olarak yorumluyordu.
Cadıları ağır ateşte kızartıp pişirmek şeytanın onlara bu dünyada
çektirdiği azabın ve cehennemde onları bekleyen ebedi ızdırabın yanında
büyütülecek bir ceza değildir. Zira buradaki ateş cadı ölene kadar en fazla bir
saat yanar.
Ateş yakılmadan önce orada toplanan seyircilere cadıların suçlan
ayrıntılarıyla bildiriliyordu. İspanya’da, aralarında yirmi dokuz cadının da
olduğu elli dokuz zındığın ateşe atıldığı bir infaz tam iki gün sürdü. Cadılar
yirmi iki sabbat ayinine katıldıklarını itiraf etmişlerdi. Tarihçi Henıy Lea
şöyle diyordu: “Zanlıların savcıları tatmin etmek için uydurduğu tüm o acayip
çirkinlikler uzun uzadıya dinleniyor ve beklenen dehşet ve nefreti uyandırarak
orada bulunan kalabalığı şaşkına çeviriyordu.” Ayrıca cadıların cinsel
maceraları, cesetlerle ziyafet çekmeleri, kendi çocuklannı zehirlemeleri ve
hasatları telef etmeleri ayrıntılarıyla anlatılıyordu. Michel
Foucault’nun “darağacı gösterisi” dediği olay seyredenleri
kendinden geçiriyordu.
Mahkum edilmiş cadıların hayali seks yaşamlarının anlatıldığı resimli ucuz
kitapçıklar infaz sırasında seyircilere satılıyordu. Gravürlerle süslenmiş bu
ilk tabloitler şeytan tarafından ayartılmanın renkli anlatılarını sunuyordu.
Cadılann iddia edilen suçlarının çoğu aynı olduğundan, matbaacılar pek çok
infaz için sadece başlıklardaki suçlu isimlerini değiştirerek gravürleri
yeniden kullanabiliyorlardı. Alıcılar/seyirciler ellerinde cadıların suçlarının
resimli tasvirleriyle kadınların çığlıklarını dinlerken, hem ahlaki bir şok
yaşıyor hem de sadist bir haz alıyorlardı. İnfaz bittiğinde, kitapçıklar sonra
tekrar gizli gizli bakılmak üzere ellerinde kalıyordu.
17. yüzyılın sonunda cadı avı çılgınlığı dindi. Bu furyanın bitme nedeni,
başlama nedeni kadar gizemli olsa da bir husus çok açıktır: Yeni zanlılar
yaratmak için işkencenin kullanılması, infaz için yanlış insanların seçilmesine
yol açmıştı. Sözgelimi Würzburg’da 1627’den 1629’a kadar yüz altmıştan fazla
insan yargılanıp büyücülükten mahkum edildi. Bu kurbanların çoğunluğu alt
sınıftan kadınlardı ama çok geçmeden işkence odalarını her sınıftan insanlar
din görevlileri, devlet memurları, doktorlar ve çocuklar da dahil doldurmaya
başladı. Elitler kendi sırlarının ifşa edileceğinden endişe duymaya
başladıklarında büyücülük fuıyası da dindi.
İngiltere’de son infazlar 1682’de gerçekleşti. Bunak bir esnaf olan Temperance
Lloyd adlı bir kadın “siyah bir adam suretinde görünen şeytan”la
seks yapmak ve büyücülükle suçlandı. Ayrıca Lloyd, “mahrem yerlerinde bir
çocuğun emdiği bir et parçasını andıran yan yana iki memeye” sahipti. Kadın
hemen suçunu itiraf edip, ağzı bir kara kurbağasınınkine benzeyen, bazen de bir
kuşa dönüşen siyah bir adamı emzirdiğini sözlerine ekledi. Onunla aynı dâvada
yer alan dilenciler de büyücülük itirafında bulundular. İtiraflarının bir tür
intihar olmasından kaygılanan yargıcın kuşkularına rağmen jüri onları suçlu
buldu! On üç yıl sonra bir İngiliz hukukçu büyücülük inancının geçmişte kalması
gerektiğini mahkemede savunma cesaretini gösterdi. 1736’ya gelindiğinde,
cadılara ölüm cezasını öngören İngiliz yasaları yürürlükten kaldırıldı. Cadılık
büyük bir suç olmaktan çıkarak çok daha hafif hükümlerle yasaklandı. 18.
yüzyılın ortasında Kıta Avrupası’nda cadı avı genel olarak sona ermişti.
*seks ve ceza'dan (kolektif kitap) aparttım.
*seks ve ceza'dan (kolektif kitap) aparttım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder