şeytanın korkunç haremi: cadılar (ve onların bir takım uğursuzlukları ve avrupa'da cadı avı)*

24 May 2015


...Hayvanlarla seks ile büyücülük arasındaki bağlantı, şeytanın aniden belirip hayvanlarla ilişkiye geçmiş insanlardan sadakat talep etmesinden daha derinlere gider. Avrupa ve Kuzey Amerika kolonilerinde yedi binden fazla cadı infazının gerçekleştirildiği 16. ve 17. yüzyıllardaki büyü çılgınlığında hayvanlar genellikle bizzat şeytanın vücut bulmuş hali olarak nitelendiriliyordu. Hayvanlarla seks şeytana tapınma yöntemlerinden biri gibi görülüyordu. Efsun ve büyü en az Babillilerden beri yasaktı ama erken modern dönemden önce çok az insan resmen bu suçla itham edilmişti. Bu durum hukuk ve din çevrelerine hummalı bir cadı avcılığının hakim olmaya başladığı 1400’lerin sonlarında değişti. Cadılar artık yalnızca büyücü ve fitneci değillerdi. Daha korkutucu olan bu yeni cadılar, dünyayı mahvetmek için birbirleriyle ve şeytanla işbirliği yapan ve sapkın kişilerdi. Cadıların genellikle kadın, orta yaş veya daha üstü, yoksul ve cinsel sapık olduklarına inanılıyordu. Doğru rakamları saptamak zor ama 14501750 yılları arasında altmış binden fazla insanın büyücülük suçundan infaz edildiğini söyleyebiliriz. Bunların en az yüzde 80’i kadındı.

Büyücülük suçu, cadıyla şeytan arasındaki bir sözleşmeye dayanıyordu. Cadı bu sözleşmeyle Tanrı’ya yüz çevirip şeytanın hizmetine gireceğini kabul etmiş oluyordu. Kanlayazılıp cehennemde imzalandığına inanılan bu sözleşmeyle, cadı resmen şeytanın büyük ordusuna katılmış oluyordu. Cadı, sözleşmesi gereği, kıtlığa yol açar, çocukları öldürür ya da yer, doluyla ekinleri telef eder, haça tükürür, kutsanmış ekmeğe işerdi. Söz konusu sözleşme suçun en önemli yanıydı. Sözgelimi Saxon’un 1570’lerdekiyasası, herhangi birine fiilen zarar versin veya vermesin, şeytanla anlaşma yapan herkesin yakılarak öldürülmesini öngörüyordu. İskoç hukuku da aynı doğrultudaydı. 1604’te İngiltere, bilinen herhangi bir kurban olmasa bile kötü ruhlarla iletişime geçmeyi suç sayarak yasayı yeniden düzenledi.


Bu sözleşmelerin altında yatan mitoloji karmaşıktı ama konumuz açısından ortak bir yanı vardı: Şeytanın seks talebi anlaşmanın bir parçasıydı. Suçlanan cadıyı şeytanla veya onun emri altındaki biriyle seks yaptığını kabul etmeye zorlamak, sözleşme yapıldığının yeterli kanıtı sayılıyor ve cadıyı ölüme göndermeye yetiyordu. 17. yüzyılda yaşamış İtalyan papaz ve demonolog FranceseoMaria Guazzo, yolda garip bir adam kılığına girmiş şeytanla karşılaşan on iki yaşındaki bir kızın hikayesini şöyle naklediyordu: “Kız bu adama yemin etmeye ikna edildi ve adam, kızın bağlılığının bir işareti olarak tırnağıyla kızın alnına bir işaret yaptı, sonra da annesinin gözü önünde kızla yattı.” Annesi, tecavüze uğrayan kızının görüntüsü karşısında dehşete düşmek yerine cinsel açıdan uyarıldı ve adama “kızının yanında kendini ona teslim etmeyi teklif etti”. O andan itibaren hem kız hem de annesi şeytanın kölesi oldu, diyordu papaz. Diğer zamanlarda gürbüz bir erkek hayvan kılığındaki şeytanın cadıdan anüsünü öpmesini veya onunla cinsel ilişkiye girmesini istediğinde sözleşmenin imzalandığı söyleniyordu. Senaryolar insanların gördüğü kabuslar kadar çeşitliydi.



Alman şehri Bamberg’in belediye başkanı Johannes Junius’un vakasında sözleşme, hem insan hem de hayvan suretindeki bir yaratıkla seks yapmayı içeriyordu. İşkence altındaki Junius “bahçıvan kadın” kendisine yaklaşırken bahçede olduğunu itiraf etmişti. Kadın onu “ayartıcı sözlerle iradesine teslim olmaya” ikna etmiş ve hemen ardından meleyen bir keçi kılığına girip Junius’a musallat olarak ruhunu teslim etmesini istemişti: “Şimdi kiminle o işi yapacağını görüyorsun. Ya benim olursun ya da boynunu kırarım.”

Junius 1628’te tutuklandığı zaman Bamberg şehri, Junius’un karısı da dahil yüzlerce insanın mahkum edilip yakıldığı büyük çaplı bir cadılık dehşetinin pençesindeydi. Junius, kelebek vida ve filis tin askısı kullanılarak yapılan işkencelere rağmen itirafta bulunmayı uzun süre reddetmişti. Daha sonra hapishanede “Beni sekiz kez [filistin askısında] yukarı çektiler ve tekrar düşürdüler,” diye yazdı, “korkunç acılar çektim.” Sonunda “acınası” bir çaresizlik içinde çözüldü ve bir keçi tarafından ayartıldığını, daha sonra şeytan tarafından vaftiz edildiğini ve çocuklarını öldürmesi için ondan emir aldığını itiraf etti.

Junius’un dişi bir keçi tarafından şeytanın hizmetine sokulma hikayesi mahkemedeki savcılara gayet anlamlı geliyordu ama onları tatmin etmeye yetmedi. Söylenildiğine göre, cadıların “sabbat” dedikleri sefahat festivallerinde ona eşlik eden diğer Bamberg sakinlerinin isimlerini verene kadar işkence görmeye devam etti. Büyük ihtimalle Junius’un ismini verdiği her masum yargılanıp öldürüldü. İşbirliğine rağmen belediye başkamna merhamet gösterilmedi. Çektiği acıları anlattığı mektubu kızına ulaştırması için bir gardiyana para ödedikten sonra kazıkta yakıldı.

CADILIK DAVALARINA BAŞKANLIK EDEN sivil hakimler ve papazlar, zanlıları şeytanla cinsel oynaşmalarını anlatmaya zorlarlardı. Savcılar ne istediklerini biliyor ve genellikle işkenceyle istediklerini alıyorlardı. Savcıların sapkın cinsel maceralarını “itiraf etmeye” zorladıkları ebe veya ihtiyar dilenci kadınlar paramparça ediliyorlardı. Kariyerlerini kendi sadist fantezilerinin ayrıntılarıyla uğraşmaya adamış savcılar için hiçbir şey ihtimal dışı değildi. Tarihçi Walter Stephens şöyle diyordu: “Uyuşturucu ve seks bağımlığı gibi cadılara dair fanteziler de müptelaların dozajı sürekli artırmasını gerektiriyordu; aksi halde fanteziler temelde yatan dürtüyü tatmin etme gücünü geçici de olsa yitirirlerdi. ”

Cadı davaları bitmek bilmezken, cinsel açıdan üstün bir yaratık olarak şeytan fikri gelişti. Altı yüzden fazla cadıyı kazığa göndermekle övünen seçkin Fransız savcı Pierre de Lancre on yedi yaşındaki bir Basklı kızdan söz ediyordu. Savcının bizzat tetkik ettiği bu kız şeytanın bazen erkek bazen de keçi olarak belirdiğine tanıklık etmişti.

Katınnkine benzeyen bir organı vardı... kol kadar kaim ve usundu... böylesi güzel bir şekle ve ölçülere sahip aletini her zaman teşhir ediyordu.

Hayvanın cinsel organı pullarla kaplı etten, demirden, keten, den, boynuzdan veya tamamen farklı bir şeyden yapılmış olabiliyordu. Bazı İspanyol ve İtalyan cadılar dünyada hiçbir şeyin kendilerini bu organlar kadar tatmin etmediğini itiraf ederken, pek çok cadı da bu organların kendisine acı verdiğini söylemişti. Fransız cadı avcısı Nicolas Rémy anılarında büyük bir heyecanla şunları yazmıştı: “Bütün dişi cadıların söylediğine göre şeytanlarının sözüm ona cinsel organları öylesine büyük ve öylesine sertmiş ki, korkunç acılara katlanmadan o organları içlerine alamıyorlarmış.” Rémy’nin kurbanlarından biri olan Miremontlu Didatia şeytanın penisi yüzünden iç kanama geçirdiğini itiraf etmişti.


Cadı zanlıların kendilerini suçlayanların istedikleri bilgiyi açıklamaları zor olsa gerekti. 1616’da Paris Parlamentosu’nun dava ettiği zavallı kızın şeytanın atmkini andıran organını tarif ederken harcadığı çabayı ve zamanı ancak hayal edebiliriz: “İçime girdiğinde buz gibi soğuktu ve buz gibi soğuk menisini boşalttı, çıkarken de içimi kor gibi yaktı.” 1594’te Aquitaine Parlamentosu’nda davası görülen başka bir kız da kendisinin keçiye sunulduğu bir toplu sekse katıldığını söyledi:
Keçi onu gelini olarak alıp civardaki bir koruluğa götürdü ve onu yere yatırıp içine girdi. Fakat kız bu ilişkiden hiç hazal madığını, çünkü oldukça keskin bir acı ve keçinin buzgibi soğuk menisinin dehşetini hissettiğini söyledi.

Anlaşılan şeytan kendini herhangi bir hayvan veya böcek kılığına sokabiliyordu ama çoğu demonolog onun keçiye meyilli olduğu noktasında hemfikirdi. “Keçilerin ağza alınmaz şehvet düşkünlüğü meşhurdur,” diye yazıyor Remy, “ve şeytanın asıl derdi takipçilerini en büyük cinsel aşırılıklara itmektir.” Ne var ki keçi, insanları “tik sinç muzırlıklara” sürüklemeye gayet “uygun” bir hayvan olmanın ötesine geçiyordu. Şeytanın keçiyle ilişkilendirilmesi Avrupa toplu munun özünde yatan bir nefret damarını besliyordu: Bu hayvan onlara boynuzlu Yahudileri de hatırlatıyordu.

Yahudilerin ortaçağda karalanıp katledilmesi Erken Modern dönemdeki cadı avcılığına da zemin hazırlamıştı. Yahudilerin dünyadaki belaların günah keçisi olarak görülmesi, cadı avı çılgınlığı başladığında topluma zaten yerleşmişti. Halkın inanışına göre Yahudi ritüellerinde Hıristiyan çocukların kanı dökülüyor ve Yahudiler veba salgınlarına yol açıyorlardı. Dönemin resimlerinde Yahudiler keçiler gibi boynuzlu, darmadağın sakallı ve kuyruklu betimleniyordu. Her ne kadar Yahudiler her zaman keçi olarak resmedilmediyseler de çoğunlukla keçileri sürerken ya da keçilerin sırtına ters oturmuş halde gösteriliyorlardı. Viyana’da Yahudiler dışarıya kafalarında keçi boynuzlarını andıran sivri şapkalarla çıkmaya zorlanıyorlardı. 13. yüzyıl Fransa’sında III. Philip, Yahudilere geleneksel Yahudi rozetine boynuzlu bir figür eklemelerini şart koşmuştu. Hem Yahudilerin hem de keçilerin, şeytanın pis kokusuna sahip oldukları söyleniyordu ve Yahudiler ile keçiler seks avcıları olarak “biliniyorlardı”.

Yahudiler ve cadılar şeytanla işbirliği yaptıklarından, cadı avcıları ortalıkta avlanacak çok fazla Yahudi olmadığı zaman bile Yahudilerin peşindeydiler. Dahası, ortaçağ yasaları Yahudiler ile Hıristiyanlar arasında cinsel ilişkiyi suç sayıyordu. İngiltere’de, Yahudilerle seks yapmak zındıklıktı, eşcinsellik ve hayvanlarla seks yapmakla aynı suç kategorisinde yer alıyordu. Yahudilerin Fransa’dan kovulmasından asırlar sonra de Lancre onları şeytanın himayesi altında kötülük yapmakla suçladı: “Her türlü laneti hak ediyorlar, tüm ilahi ve insani yücelikleri yerle bir ettikleri için cezalandırılmaya ve en büyük işkenceleri çekmeye layıklar. Kısık ateş, erimiş kurşun, kaynar yağ, zift, balmumu ve sülfür karışımı bile onların hak ettiği keskin ve acımasız azabı veremez.” Yaklaşık 1400’de cadıların küçük çocukları yemek, zehir hazırlamak ve seks yapmak için toplandıkları miti oluştuğunda, dine aykırı bu sefahat âlemlerine, İbranicede yedinci gün anlamına gelen “sabbat” veya daha dolaysız şekilde “sinagog” adının verilmesi tesadüf değildir.

ERKEN MODERN DÖNEM cadıların kökünü kazıma amaçlı hukuk düzenlemesine sahne oldu. Cadı avcılığı kariyeri yapmaya hevesli hukukçular, yargıçlar, din adamları ve engizisyoncular hummalı bir şekilde çalışıyorlardı. Sabbat âlemlerini en uçuk şekillerde betimleyen de Lancre, Fransa’nın güneybatısındaki Bask bölgesinde otuz bin insanın bu ayinlere katıldığını savunuyordu. De Lancre ve çağdaşları için tek soru, olabildiğince çok cadıyı bulup öldürmek için hukukun nasıl kullanılacağıydı. 1609 yılında Fransa’da sadece de Lancre seksenden fazla kadını kazığa gönderdi; Remy on beş yıl zarfında dokuz yüz cadıyı idam etmekle övünüyordu.

Cadı avı çılgınlığının sebepleri üzerine birçok teori vardır: Reform dönemindeki dini hoşgörüsüzlük, savaşın yarattığı kaos ortamı, hukuk sürecinin devlet merkezli oluşu vb. Bu çalkantılı dönemdeki hemen her tür cadılık olayı doğaüstü öğelere başvurmadan da kolaylıkla çözümlenebilir olsa da cadı avcıları öyle düşünmüyordu. Gerek usta cadı avcıları gerekse yakılan cadıları seyretmek için toplanan kalabalıklar, çevrelerinde kanıtlarına bolca rastladıkları doğaüstü şeylere odaklanıyordu. Toplumun her kesiminden insanlar, büyüye ve esrarengiz şeylere inanıyorlardı. Şeytanla ve onun hizmetçileriyle mücadele etmek, eğitimli insanların iş tanımında yer alan ciddi bir işti. Onlar bölgelerini şeytanın suç ortaklarından temizlerken, cadı avcıları da Hıristiyan âleminin selameti için üstlerine düşeni yapıyordu.

Cadı davalarına bakan savcıların karşılaştıkları başlıca sorun şuydu: Modern cadılar sorun çıkarmak için büyüyü kullanıyorlardı, o halde izlerini kapatmak için yine büyüye başvuramazlar mıydı? Demonologlar başvurduklarını söylüyorlardı, dolayısıyla cadılık faaliyetine tanık aramak için bir sebep yoktu. Bu nedenle büyücülük ancak itiraf elde edilerek kanıtlanabiliyordu ve bu itiraf süreci yoğun işkence gerektiriyordu. Yaşlı kadınları ve ebeleri bebek kızartmak, keçiyle cinsel ilişkiye girmek ve süpürgeyle uçma gibi konularda itirafa zorlamak güç işti. Nitekim seçkin bir cadı avcısı şöyle şikayet ediyordu: “Bir cadıyı hakikati söylemeye zorlamak, bir insanın içinden şeytanı çıkarmak kadar, hatta ondan daha zordur.” Diğer suç vakalarında işkence son çareyken, büyücülük vakalarında uygulanan ilk yöntem işkence oluyordu.

Savcıların kullandığı çok sayıda elkitabından en önemlisi, Domi nikan mezhebinden engizisyoncu Jakop Sprengler’in, Alman engizisyoncu Heinrich Kramer ile birlikte yazdığı Malleus Maleficarum [Cadı Çekici] adlı kitaptı. Sonraki baskılarında Sprengler’in ismi ortak yazar diye geçse de günümüzde uzmanlar onun kitapla pek ilgisi olmadığı kanısındalar. İlk kez 1486’da yayımlanan ve 1669’a kadar yaklaşık otuz baskı yapan bu kitap, cadıları suçlama, işkenceden geçirme ve infaz etmenin püf noktaları hakkında kapsamlı bir kılavuzdur. Kitap öncelikli olarak hukukçular ve yargıçlar için yazılmışsa da, cinsel içerikli resimlerin olduğu pasajlar ve çizimler yüzünden hukukçular dışındaki okur kitlesine de hitap etmiştir. “Cadıların İncubus diye bilinen İblislerle ilişki kurma yolu” gibi bölüm başlıklarıyla, bu ve benzeri kitaplar okurlara hem cinsel fanteziler kurup hem de kendilerini dindar sayma zevkini yaşatmıştır.

Kramer, cadıların kökünün kazınması gerektiğini açıklarken çok zorlanmadı, büyücülüğe inanmak bile inanca aykırıydı zaten. Malleus’un üzerinde durduğu nokta büyücülüğün nasıl işlediğiydi ve bu konudaki diğer elkitapları gibi iflah olmaz bir kadın düşmanlığı sergiliyordu. “Her tür büyü, kadınlardaki dinmeyen tensel şehvetten kaynaklanır,’’diye yazıyordu Kramer. Kadınların sözüm ona cinsel zafiyetleri, onları şeytanın ayartmasının baş kurbanları haline getiriyordu. “Şeytan, kadınların tensel hazları sevdiğini bildiğinden onları kullanır,” diyordu Fransız cadı savcısı Henri Bouget. “Erkeğin kadının bedenini istismar etmesinden başka hiçbir şey kadını erkeğe daha fazla tabi ve sadık kılmaz.” Remy kendi adına “bu pisliklerin [yani cadıların] hepsinin kadın olmasını makul” buluyordu. Henüz şeytan tarafından ele geçirilmemiş kadınlara bile güvenmemek lazımdı. “Bütün kötülükler bir kadının kötülüğünün yanında hiç kalır.”

Kadınların şeytanın cinsel istismarından zarar görmesi hukuk nezdinde önemli değildi. Remy ve çağdaşları, şeytanın cüsseli organının yaraladığı kadınların yaşadığı acıları alabildiğine acımasız bir dille betimliyorlardı. Savcılar şeytanı adeta kıskanıyorlardı. Büyücülük, her şeyden önce erkeklerin cinsel gururunu tehdit ediyordu. Cadı avcılığının geniş literatürü, hadım edilme ve erkekliği kaybetme kabuslarıyla doluydu. Malleus Maleficarum, bir seferde topladıkları yirmi-otuz penisi saklayan cadılardan bahseder, bu sırada mağdur erkekler de dünyayı dolaşarak kayıp penislerini ararlar. Kitapta ayrıca “yaygın bir rivayete” göre cadıların kuş yuvalarında sakladıkları penislerin kendi başlarına yulaf ve ekinle beslendiklerini yazar. Belki de dikkatsizliğinden dolayı fazla ifşaatta bulunan deneyimli Papaz Kramer, yuvadaki “büyük” penisin bir papaza ait olduğunu sözlerine ekler.

Malleus kitabında vurgulandığı gibi ana akım Hıristiyanlık, kadınları “şeytanın kapısı”, bedenlerini de “gündüz külahlı gece silahlı” olarak görüyordu. Antik Hıristiyanlık bilgeliğine dayanan ve içine büyük ölçüde paranoyak fanteziler katan bu kitap ve benzeri kitaplar büyücülüğü kadınlara özgü bir cinsel suç haline getirdi. 1400’den önce cadı diye suçlanan insanların yaklaşık yarısı kadındı. Bu oran 17. yüzyılda cadı avcılığı ayyuka çıktığında onda sekize yükseldi. İsviçre, İngiltere ve şimdi Belçika diye bilinen bölgede söz konusu oran daha da yüksekti.


Bu dönemde cadıların yaşlı ve çirkin kadınlar olduğu klişesi yaygınlaştı. O, “yanık ve kırışık yüzlü bir kocakarıydı ve yaşlılıktan kamburu çıkmıştı... gözleri çukurlarına kaçmış ve dişleri dökülmüştü. Titrek kolları ve bacaklarıyla sokaklarda mırıldana mırıldana yürüyordu.” Sadaka isteği geri çevrilen dilenci bir kadın, çocuk düşüren bir kadının yanı başındaki bir ebe veya yalnız kalmış bir dul kadın; bunlar suçlanma ihtimali en yüksek olan kadın tipleriydi.

Bir sürü şüpheli vardı. İşkence altındaki cadı zanlıları hem suç ortaklarım hem de sabbat ayinlerinde gördükleri insanları ihbar etmeye zorlanıyorlardı. 1611’de Ellwangenli Barbara Rüfin, oğlunun evlenmesine karşı çıkınca büyücülükle suçlandı. Ailesi onu oğlunu zehirlemeye çalışmakla ve aynca hayvanları öldürmekle itham etti. Yetkililer yetmiş bir yaşındaki kadını tutuklayıp yedi kez işkenece ettiler. En sonunda kadın şeytanla ilişkiye girdiğini, ayrıca oğlunu öldürmeye çalıştığını, hayvanlan zehirlediğini ve ekinleri telef ettiğini itiraf etti. Dahası, diğer cadıları da ihbar etti, muhtemelen onlar da başkalarını. Ellwangen’deki cadı avı durulmadan önce yaklaşık dört yüz kişi idam edildi. Aralarında şehrin yargıcının karısı da vardı. Yargıç, eşinin haksız yere mahkum edildiğini söyleyince, o da tutuklanıp itirafa zorlandı ve infaz edildi.

Malleus, mahkumların sihirli güçlerinin etkisiz hale getirilmesi için yetkilileri gereken her şeyi yapmaya teşvik ediyordu. Kadınların evlerinde “her köşe bucakta, her sandıkta ve her katta... büyücülük aletleri” aranıyordu. Ayrıca Kramer, cadıların derhal evlerinden uzaklaştırılmalarını öğütlüyordu, çünkü “onlar ancak bu yolla denetim altına alınmış olacaklar ve soruşturma sırasında konuşmamak için yardım aldıkları büyücülük aletlerini veya güçlerini yanlarında götüremeyeceklerdir.”

Aramadan sonra bile cadıların yargıçlara büyü yapması riski vardı. Malleus zanlılarla fiziksel temas kurulmaması hususunda uyarıda bulunuyordu. Şayet temas kurulursa, sadece konsantre tuz ve şifalı otlar karışımı temas kuranları iyileştirebilirdi. Cadının bakışları bile yargıcın kararlılığını zayıflatabilirdi. “[Cadılar] yargıçların bakışını üzerlerine çekmek suretiyle onların zihnini değiştirebilmişlerdir... Böylece yargıçlar cadılara karşı duydukları bütün öfkelerini yitirmişler ve onları hiçbir surette rahatsız etmeden, serbest bırakılmalarına izin vermişlerdir.” Cadılar, büyü kullanmalarını engellemek amacıyla yargıcın huzuruna geri geri yürüyerek çıkarılıyorlardı.
Cadı zanlısı gözaltına alındığında şeytanla bağlantısını kanıtlamanın çeşitli yöntemleri vardı. “Cadıyı yüzdürmek” diye adlandırılan bir yöntem, antik Babil uygulamalarına benziyordu. Zanlı çırılçıplak soyulup elleri ve ayaklan birlikte bağlanıyor, sonra da tekrar tekrar nehre veya göle sokuluyordu. Şayet batmadan su üstünde durursa suçlu olduğuna karar verilip öldürülüyordu; batarsa, masum olduğuna hükmedilip yaşamasına izin veriliyordu, tabii sudan zamanında çıkarılırsa. Kral James bu yöntemin şaşmaz olduğuna inanıyordu:

Dolayısıyla Tanrı, bu azman dinsizliğin doğaüstü bir işareti olarak suyun onları içine çekmeyi reddetmesini ve kutsal vaftiz suyunun onları savurup atmasını öngörmüştür.
Cadıları yüzdürmekten daha yaygın olan yöntemse, onları taciz etmekti. Bazen bu yöntem nispeten yumuşak uygulanıyordu, tıpkı Amerikalı püriten papaz Cotton Mather’ın, içine şeytan girdiği için kıvranan bir kızın göğüslerini okşadığı örnekte olduğu gibi. Ne var ki, “şeytanın işaretleri” aranırken çok daha acımasız taciz vakalarına da rastlanıyordu. Demonoloji, şeytanın cadıları çeşitli işaretlerle damgaladığını savunuyordu. Bu işaretler siğil, ben ve bebek iblislerin emdiğine inanılan fazladan göğüs uçları olabiliyor ve bu işaretler cadının aşağılık sözleşmesinin kanıtı sayılıyordu. İlk bakışta görülemeyen işaretlerin derinin altında olduğuna ve acıya direnç gösterdiğine inanılıyor, onları ortaya çıkarmak için de iğnelerle çiviler kullanılıyordu. Şeytanın cadıyla ilişkisi cinsel olduğundan, yetkililer elbette ilk olarak cinsel organların üstündeki veya çevresindeki işaretleri arıyorlardı.

Savcılar ve usta cadı avcıları, şeytanın işaretlerini bulmaya yönelik araştırmalarını teşhir ediyorlardı. Çoğu zaman cadıların kafaları ve cinsel organları halkın önünde tıraşlanıyordu. Kalabalık coşarken, cadılar kendilerini suçlayanlar tarafından itilip kakılıyorlardı. Malleus ve diğer kılavuz kitaplar cadı zanlıların “gizli yerlerinin özenli ve dikkatli bir şekilde” incelenmesini salık veriyordu. “Cadının meme uçları” ve klitoris metal aletlerle inceleniyordu. Kollar, bacaklar veya boyun gibi diğer uzuvları dikkatlice incelerken bıçakla delip kesmek sık görülen bir uygulamaydı.

İsviçre Konfederasyonu, İskoçya ve İngiltere’de şeytanın işaretlerini bulma amacıyla yüzlerce inceleme yaptı. Bazı durumlarda, uygun bir işaret bulunamayınca cadı zanlıları kazıkta ölmekten kurtuluyordu. Fakat mahkumiyet sayısına göre maaş alan savcı ve avcılar genellikle aradıkları şeyi buluyorlardı. İskoç cadı avcısı Matthew Hopkins işlere tek başına yetişemediğinden dört yardımcı tutmak zorunda kalmıştı. Hopkins, şeytanın işaretlerinin kötü ruhların gıdası olduğuna inanıyordu, bu nedenle aç ruhları çekmek için o işaretleri kullanıyordu. Kurbanları soyup sandalyeye bağlayarak aç aç bekletiyordu. Bu arada içeri giren bir hayvan, cadının kötü bir ruh çağırdığının kanıtı sayılıyordu. Eğer ortalıkta hayvan görünmezse, birkaç gün sonra Hopkins kendi elleriyle hayvanları oraya koyuyordu. Başka durumlarda cadı zanlıları hücrelerinde yalnız bırakmak işi halletmeye yetiyordu. Northamptonshirelı Anne Foster’ın hücresinde “mahremini” emzirdiği ihbar edildi ama iblis emziren bir cadının çıkardığı sanılan sesler aslında kadıncağızın hücresinde saldıran sıçanlara karşı koyarken attığı korku dolu çığlıklardı. 1674’te idama mahkum edildi.

Zanlının cadı olduğu teşhis edildikten sonra itirafını almak gerekiyordu. Yasaya göre cadılar idam edilmeden önce suçlarını kabul etmeliydi. Maileus cadıların işkenceyle itirafa zorlanmasını öneriyordu. İşkence sehpası, kırbaç, yakma, gözleri oyma; bunların hepsine izin vardı. “Cadı hapishanesine kim gelirse gelsin, ya cadıya dönüşüyor ya da bir şey uydurana kadar işkenceye maruz kalıyor,” diye yazar Johannes Junius.
Kral James, “Ancak işkence aletlerinin yarattığı dayanılmaz acılar, şeytanın hizmetkarları üzerindeki kontrolünü zayıflatabilir,”  diyordu. Eğer işkence işe yaramıyorsa bunun nedeni şeytanın işkence odasında işini görüp zanlıları acıya karşı dirençli kılmasıydı. Malleus, Hagenau şehrinde yaşayan bir cadıdan söz eder. Bu cadı bir erkek bebeği öldürüp pişirerek ve sonra, işkence altındayken kullanmak için, bebeğin kalıntılarını öğütüp toz haline getirerek “sessizlik ihsanı”na kavuşmuştu. Hagenaulu kadın pekala sessiz kalmış olabilir ama kalmışsa bunun nedeni büyük olasılıkla yaşadığı şoktur.

BUGÜN BÖYLESİ HURAFELERİN ve böylesi bir vahşetin hukuk gözetiminde yaşanmış olduğunu kabul etmek zordur. Bu adaletsiz, sapkınca ve saçma yaklaşım devletlerin müdahelesiyle ya da teşvikiyle benimsenmiştir. Büyücülük karşıtı yasalar her yerde yürürlükteydi, çünkü devletin önde gelenleri büyücülüğün varlığına hakikaten inanıyorlardı. İşkencenin uygulandığı birden çok cadı davasına bizzat gözetmenlik etmiş ve kendi demonoloji kitabını yazmış Kral James’e göre cadılar her yerdeydiler: “Şeytanın iğrenç köleleri olan cadılar ya da büyücüler şimdilerde korkutucu ölçüde çoklar, eskiden hiç olmadığı kadar fazlalar.” James’in idaresi altında, cadı davaları için kurulan ve gerektiğinde işkence uygulayan özel bir komisyon, 1591’den 1597’ye kadar en az üç yüz davayı yönetti.

Kıta Avrupası’nda IV. Hemy’nin idaresindeki Pierre de Lancre Bask bölgesini kasıp kavuruyordu. Lorraine Dükü III. Charles için çalışan Remy, cadı zanlılarına karşı fazla ılımlı davranan yerel sulh hakimlerini uyarma yetkisine sahipti. Cadı idamlarının en fazla görüldüğü Alman eyaletlerinde cadı avlama faaliyeti resmi niteliğe sahip gezici etkinlikleri andırabiliyordu. Mahkumiyetlere engel olan her tür yerel yasa ve âdeti geçersiz kılmaya hazır adli cadı avcıları şehirleri ziyaret ediyordu. 16. ve 17. yüzyıllardaki cadı avı çılgınlığı aşağıdan değil, yukarıdan dayatılıyordu.

Bir cadı için verilen ölüm kararının peşinden idam gösterisi geliyordu. Avrupa’da bu gösteri genellikle ateş yakılarak yapılıyordu. Cadıları diri diri bazen de boğulduktan sonra yakma fikri saygın bir Fransız filozof ve Paris Parlamentosu üyesi Jean Bodin tarafından destekleniyordu. Bodin bu pratiği, cehennemde ebediyete kavuşmak için bir tür hazırlık olarak yorumluyordu.

Cadıları ağır ateşte kızartıp pişirmek şeytanın onlara bu dünyada çektirdiği azabın ve cehennemde onları bekleyen ebedi ızdırabın yanında büyütülecek bir ceza değildir. Zira buradaki ateş cadı ölene kadar en fazla bir saat yanar.


Ateş yakılmadan önce orada toplanan seyircilere cadıların suçlan ayrıntılarıyla bildiriliyordu. İspanya’da, aralarında yirmi dokuz cadının da olduğu elli dokuz zındığın ateşe atıldığı bir infaz tam iki gün sürdü. Cadılar yirmi iki sabbat ayinine katıldıklarını itiraf etmişlerdi. Tarihçi Henıy Lea şöyle diyordu: “Zanlıların savcıları tatmin etmek için uydurduğu tüm o acayip çirkinlikler uzun uzadıya dinleniyor ve beklenen dehşet ve nefreti uyandırarak orada bulunan kalabalığı şaşkına çeviriyordu.” Ayrıca cadıların cinsel maceraları, cesetlerle ziyafet çekmeleri, kendi çocuklannı zehirlemeleri ve hasatları telef etmeleri ayrıntılarıyla anlatılıyordu. Michel Foucault’nun “darağacı gösterisi” dediği olay seyredenleri kendinden geçiriyordu.

Mahkum edilmiş cadıların hayali seks yaşamlarının anlatıldığı resimli ucuz kitapçıklar infaz sırasında seyircilere satılıyordu. Gravürlerle süslenmiş bu ilk tabloitler şeytan tarafından ayartılmanın renkli anlatılarını sunuyordu. Cadılann iddia edilen suçlarının çoğu aynı olduğundan, matbaacılar pek çok infaz için sadece başlıklardaki suçlu isimlerini değiştirerek gravürleri yeniden kullanabiliyorlardı. Alıcılar/seyirciler ellerinde cadıların suçlarının resimli tasvirleriyle kadınların çığlıklarını dinlerken, hem ahlaki bir şok yaşıyor hem de sadist bir haz alıyorlardı. İnfaz bittiğinde, kitapçıklar sonra tekrar gizli gizli bakılmak üzere ellerinde kalıyordu.

17. yüzyılın sonunda cadı avı çılgınlığı dindi. Bu furyanın bitme nedeni, başlama nedeni kadar gizemli olsa da bir husus çok açıktır: Yeni zanlılar yaratmak için işkencenin kullanılması, infaz için yanlış insanların seçilmesine yol açmıştı. Sözgelimi Würzburg’da 1627’den 1629’a kadar yüz altmıştan fazla insan yargılanıp büyücülükten mahkum edildi. Bu kurbanların çoğunluğu alt sınıftan kadınlardı ama çok geçmeden işkence odalarını her sınıftan insanlar din görevlileri, devlet memurları, doktorlar ve çocuklar da dahil doldurmaya başladı. Elitler kendi sırlarının ifşa edileceğinden endişe duymaya başladıklarında büyücülük fuıyası da dindi.

İngiltere’de son infazlar 1682’de gerçekleşti. Bunak bir esnaf olan Temperance Lloyd adlı bir kadın “siyah bir adam suretinde görünen şeytan”la seks yapmak ve büyücülükle suçlandı. Ayrıca Lloyd, “mahrem yerlerinde bir çocuğun emdiği bir et parçasını andıran yan yana iki memeye” sahipti. Kadın hemen suçunu itiraf edip, ağzı bir kara kurbağasınınkine benzeyen, bazen de bir kuşa dönüşen siyah bir adamı emzirdiğini sözlerine ekledi. Onunla aynı dâvada yer alan dilenciler de büyücülük itirafında bulundular. İtiraflarının bir tür intihar olmasından kaygılanan yargıcın kuşkularına rağmen jüri onları suçlu buldu! On üç yıl sonra bir İngiliz hukukçu büyücülük inancının geçmişte kalması gerektiğini mahkemede savunma cesaretini gösterdi. 1736’ya gelindiğinde, cadılara ölüm cezasını öngören İngiliz yasaları yürürlükten kaldırıldı. Cadılık büyük bir suç olmaktan çıkarak çok daha hafif hükümlerle yasaklandı. 18. yüzyılın ortasında Kıta Avrupası’nda cadı avı genel olarak sona ermişti.

*seks ve ceza'dan (kolektif kitap) aparttım.


Share on :

Hiç yorum yok:

 
Copyright © 2015 benhayattayken
Distributed By My Blogger Themes | Design By Herdiansyah Hamzah