Komünizm (Sosyalizm) Nedir?*

11 Eyl 2011


Sınıfsız ve devletsiz toplum. Üretim araçlarında özel mülkiyetin ilga edilmiş, sınıfların tarihsel bir süreç sonucunda ortadan kalkmış, devletin ise sönümlenmiş olduğu gelecekteki toplum. Komünizm, insanlık tarihinde sınıflı toplumlarm ortaya çıkışından beri farklı üretim tarzlarında farklı biçimlerde süregiden sömürü, baskı ve savaşın yok olduğu yeni bir tarihsel aşamadır.

Günümüzde politik alanda komünizm kadar çarpıtılmış, orijinal anlamından koparılarak şekilsizleştirilmiş bir başka terim olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Bunun temelinde tarihin ilk muzaffer komünist devrimi olan Ekim (Rus) devriminin (1917) ardından kurulan Sovyetler Birliği’ne 1930’lu yıllardan itibaren hakim olan ayrıcalıklı bir bürokrasinin, komünizmin baş teorisyenleri Marx ve Engels’in komünizm teorisi ve programından çok farklı bir toplum ve devlet inşa etmeye girişmesi yatmaktadır. Bürokrasinin bu yeni rejimi gerekçelendirmek için komünizmin teorisinde yaptığı çarpıtma ile komünizmin kapitalist dünyadaki düşmanları tarafından gerçekleştirilen tahrifat birleşince, komünizm kavramı büsbütün bir anlam kaymasına uğramıştır. Bugün bütün dünyada kitlelerin büyük çoğunluğu için komünizm kadiri mutlak bir tek parti yönetimi altında devletin bütün özgürlükleri kısıtladığı, vatandaşları sürekli gözetim altında tuttuğu, kamu mülkiyetindeki üretimin son derece verimsiz biçimde yürütüldüğü, tüketim malları satan dükkânlar önünde kuyrukların uzadığı; buna karşılık eşitsizliklerin hüküm sürdüğü, ulusal baskının devam ettiği bir sosyo-ekonomik ve politik rejim olarak kavranmaktadır. “Komünist” diye anılan Doğu Almanya halkının Batı Almanya’ya kaçışını engellemek için inşa edilmiş Berlin Duvarı dünya çapında komünizmin simgesi haline gelmiştir.

Uzunca bir süre boyunca, kamu mülkiyeti temelinde merkezi bir planlamaya dayalı ekonominin gösterdiği muazzam büyüme performansı ve “komünist” diye anılan ülkelerin, kapitalizmin işsizlik, yoksulluk, açlık, fuhuş, mafya ve yaygın suç işleme gibi illetlerine son vermiş olması, komünizmin özgürlükler bakımından kötü, ama büyük halk kitlelerinin ekonomik çıkarları açısından iyi bir toplum olduğu konusunda yaygın bir kanı yaratmıştır. Ancak 1989’da Berlin Duvarı’nm çöküşünden sonra Doğu Avrupa’nın “komünist” denen rejimlerinin devrilmesi, 1991’de komünizmin ana vatanı sayılan Sovyetler Birliği’nin dağılması, bütün bu ülkelerde özel mülkiyetin ve kapitalizmin hızla yeniden tesis edilmesi, yeni dünya devi Çin’in de Komünist Parti yönetiminde özel mülkiyet ve kapitalizme özgü bütün ekonomik biçimleri adım adım geliştirmesi, komünizmin ekonomik olarak da başarısız olduğu, kapitalizme bir alternatif olamayacağı fikrini bazı aydınların ve kitlelerin zihnine yerleştirmiştir.

Komünizm konusunda bu fikirlerin kaynağı 20. yüzyılın komünist inşa deneyimlerinin ve bu deneyimlerin çöküşünün bir ürünüdür. Oysa orijinal komünizm fikri bu deneyimlerden çok farklı bir içeriğe sahiptir. Komünizmin başlıca teorisyenleri Karl Marx ve yakın düşünce arkadaşı Friedrich Engels’tir. Bu iki yazarın 1848’de yazdığı Komünist Manifesto, bugün dahi komünistlerin çağdaş dünyaya bakışının en özlü ifadesi olarak kabul edilmektedir. Bu gençlik çalışmasının dışında, Marx ve Engels gerçek hayattaki gelişmelerin ışığında komünizm hakkın- daki fikirlerini başka çalışmalarında adım adım geliştirmişlerdir. Bunlar arasında en önemlileri, Marx’m 1871 Paris Komünü deneyimini değerlendirdiği ve bu deneyimden teorik sonuçlar çıkarttığı Fransa ’da İç Savaş başlıklı çalışması, yine Marx’in Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (o dönemde komünist partiler “sosyal demokrat” adını taşıyordu) kuruluş programını eleştirdiği “Gotha Programı’nın Eleştirisi” ile Engels’in Anti- Dühring başlıklı yapıtının sosyalizme ilişkin bölümüdür.

Vladimir İlyiç Lenin’in 1917 yılında (Ekim devriminin zaferinden birkaç ay önce) kaleme aldığı Devlet ve Devrim başlıklı çalışması, hem Marx ve Engels’in komünizm konusunda fikirlerinin evriminin eşsiz bir taramasıdır, hem de Rus devriminin önderinin komünizm anlayışını ve daha sonraki uygulamalardan farkını ortaya koymak bakımından büyük önem taşır. Nihayet, Ekim devriminin öteki büyük önderi ve bürokrasinin yükselmesiyle birlikte iktidardan uzaklaştırılarak sürgüne gönderilen ve sonunda katledilen muhalif ses Lev Davidoviç Trotskiy’in İhanete Uğrayan Devrim başlıklı kitabı, Rus devriminin geçirdiği gelişmelerin ışığında komünizme geçiş teorisine yeni katkılar içerir.

Marx (ve Engels) komünizmi gerek maddi koşulları bakımından, gerekse bu yeni toplumu kuracak özne bakımından kapitalizmin tarihsel bir ürünü olarak kavramışlardır. Onlara göre, kapitalizm, kendisinden önceki üretim tarzlarından devraldığı küçük ölçekli, coğrafi olarak dağınık, tekil bireylerin rolünü öne çıkaran üretim yöntemlerinin yerine büyük ölçekli, coğrafi olarak toplu- laşmış, üretimin aktörleri arasında işbirliğine dayanan, ekonominin öteki dallarıyla sıkı bağlara sahip yeni bir üretim tarzını geliştirir. Üretimin bu biçimde toplumsallaşması ile üretim kararlarını bölünmüş odaklara (tek tek işletmelere) bırakan özel mülkiyet arasında zamanla bir çelişki doğar. Üretimin toplumsallaşması mülkiyetin de toplumsallaşmasını gerekli hale getirir. Kapitalizm aynı zamanda, özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasından ve bütün üretim araçlarının toplumun tamamınca ortaklaşa yönetilmesinden çıkan olan dev bir toplumsal sınıf yaratır: proletarya ya da günlük dildeki karşılığı ile ücretli işçi sınıfı. Kapitalizmin temeli olan büyük ölçekli üretim araçlanndaki özel mülkiyete sahip burjuvazi ile proletarya arasında hiçbir biçimde uzlaştırılamayacak çelişkiler mevcuttur. Üretimin toplumsallaşması ile özel mülkiyetin çelişkiye ginnesiyle birlikte açılan devrimler çağında, proletarya iktidarı ele geçirdikten sonra özel mülkiyetin yerine toplumsal mülkiyeti yerleştirerek sınıfların maddi temelini ortadan kaldıracak ve böylece tarihte binlerce yıl sonra sınıflı toplumların sonuna gelinecektir. Devletin kendisi sınıflı toplumda bir sınıf hakimiyet aracı olduğuna göre, sınıfsız toplumda işlevini yitirecek, zaman içinde sönümlenecek ve ortadan kalkacaktır.

Sadece kapitalizmin komünizmin tarihsel temellerini ve öznesini yaratması konusunda değil, komünizme giden yol konusunda da Marx hep gerçekçi olmaya çalışmıştır. Proletaryanın devrimi zafere ulaştığında ne sınıfsız toplum akşamdan sabaha kurulabilecektir ne de devlet birdenbire yok olacaktır. Marx kapitalizm ile komünizm arasında, koşullara göre kısa ya da uzun sürecek, bir geçiş dönemini öngörür. Proleter devrimi, uzmanlaşmış baskı aygıtları (ordu, polis, istihbarat vb.) başta olmak üzere burjuva devletini yıkacak, bunun yerine eski hakim sınıfları baskı altında tutacak ve ilga edilen özel mülkiyetin yeniden tesis edilmesini engelleyecek bir proletarya diktatörlüğü kuracaktır. Devrim aynı zamanda özel mülkiyetin yerine devlet mülkiyetini geçirerek, kâr amacına hizmet etmek yerine toplumun bütününün ihtiyaçlarına hizmet eden yeni bir ekonominin kurulmasına girişecektir. Proletarya diktatörlüğü, burjuvazi üzerinde baskı uygulamakla birlikte, işçiler, köylüler, yoksullar ve öteki ezilenler için toplumun yönetiminde söz sahibi olmak bakımından en demokratik burjuva cumhuriyetinde dahi görülmemiş olanaklar yaratacaktır. Büyük halk kitlelerinin kendi içlerinden oluşturduğu organlar temelinde örgütlendiği için de daha baştan sönümlenmeye başlayan bir yarı-devlet niteliği taşıyacaktır.

Özel mülkiyetin ilgası zaman içinde sınıfların ortadan kaldırılması ile sonuçlanacaktır. Ne var ki, Marx sınıfsız toplum olarak komünizmin kendi içinde iki ayrı aşaması olacağını öngörmüştür. Komünizmin alt aşamasında (Lenin buna “sosyalizm” adını vermiştir), üretim kolektifleşmiş olsa bile bölüşüm bir ölçüde bireysel olarak kalacaktır. Emek/çalışma henüz insanın doğasının gerçekleştirilmesi olarak bir ihtiyaç halini almamış olduğu için, çalışmayı teşvik amacıyla “herkese emeğine göre” ilkesi uygulanacaktır. Bu da bir hukukun ve onu yaptırıma bağlayacak bir devletin kalıntı halinde varlığını sürdürmesine yol açacaktır. Ancak komünizmin üst aşamasında insanın emek/çalışma ile ilişkisi değişmiş olduğunda, kafa/kol arasındaki işbölümü ortadan kalktığında, kent/kır karşıtlığı giderildiğinde, toplum bayrağına şu şiarı yazabilecektir: “herkesten emeğine göre, herkese ihtiyacına göre”!

İşte bu aşamada devlet artık bütünüyle gereksiz hale gelmiş olacak, bir binanın yapılması sırasında çok işe yaradığı halde bitmesinden sonra sökülen bir iskele gibi ortadan kalkacaktır. Devletin ortadan kalkmasıyla binlerce yıllık insanlık tarihine damgasını vurmuş devlet baskısı ve savaşlar da sona erecek, insanlığın “tarih-öncesi” sona ererek, gerçek tarih başlamış olacaktır.

19. yüzyılın ortasında, henüz kapitalizm gerçek anlamda, sadece Britanya adalarında hakim üretim tarzı haline gelmişken, Batı Avrupa’nın diğer ülkelerinde henüz emekleme halinde iken ve dünyanın geri kalanı bütünüyle kapi- talizm-öncesi üretim tarzları altında yaşarken, Marx’ın bilimsel tahlili temelinde yaptığı öngörüler göz kamaştırıcıdır; daha o zamandan bu üretim tarzının üretimi bütünüyle toplumsallaştıracağını ve o dönemde henüz sefil koşullarda yaşayan, sendikaları bile olmayan, örgütlenmede sadece ilk adımlarını atmaya başlamış olan proletaryanın, gelecekte, tarihin görmüş olduğu en güçlü hakim sınıf olan burjuvaziye karşı büyük devrimlere kalkışacağını doğru biçimde öngörebilmiştir.

19. yüzyılda 1848’deki Avrupa devriminde işçi sınıfının çeşitli ülkelerde oynadığı rolden sonra ilk işçi devrimi 1871 Paris Komünü ile tarih sahnesine çıkmış, Marx bu devrimin yarattığı devletten proletarya diktatörlüğünün ilk biçimlenişi konusunda dersler çıkarmıştır. 20. yüzyılda ise Rusya’daki Ekim Devriminin ayak izinde sayısız komünist devrim ve ayaklanma olmuştur. Ekim Devriminin hemen ardından patlak veren 1918 Alman devrimi, Macaristan’daki kısa ömürlü sosyalist cumhuriyet, 1936-39 İspanya devrimi, her biri yenilgiye uğramış devrimlerdir. II. Dünya Savaşı’nın son yılları ve ertesi ise bütün dünya çapında muzaffer (Yugoslavya, Arnavutluk, Çin, Kore, Vietnam, Küba) veya başarısız (Yunanistan, Fransa, İtalya, Portekiz, Nikaragua vb.) sosyalist devrimlere sahne olmuştur.

Marx’ın öngörüleri sadece devrim konusunda değil, devrimin sonuçları konusunda da önemli ölçüde doğru çıkmıştır. Başta Sovyetler Birliği olmak üzere, devrimin zafere ulaştığı ülkelerde (ve Sovyet ordusunun müdahalesiyle kapitalizmden kopan Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinde) varolan burjuva devleti yıkılmış, yerine yeni bir devlet kurulmuştur. Özel mülkiyet ya bütünüyle ya da kapitalist biçimiyle ilga edilmiş, kamu mülkiyetine dayalı merkezi olarak planlanmış ekonomiler kapitalist ülkelerden de daha hızlı bir büyüme temposuna ulaşmıştır. Böylece modem teknolojiye dayanan karmaşık bir sanayileşmiş ekonominin, burjuvazi tarafından yüceltilen piyasa/özel mülkiyet/özel girişim üçlüsü olmaksızın da kamu mülkiyeti ve planlama temelinde işleyebileceği tarihsel olarak kanıtlanmıştır.

Ne var ki, Marx’in öngörüleri bazı başka bakımlardan da doğru çıkmamıştır. Bunların başında, yıkılan burjuva devletinin yerine kurulan proletarya diktatörlüğünün işçiler ve ezilenler açısından burjuva demokrasisinden çok daha büyük demokratik olanaklar yaratacağı öngörüsü gelmektedir. Proleter devriminin yaşandığı ülkelerden sadece birinde, Sovyetler Birliği’nde yeni devlet başlangıçta doğrudan doğruya işçilerin ve köylülerin bağrından çıkan organlarca (sovyetler) yönetilmiştir. Ötekiler baştan itibaren temsili organları basit bir dekor haline getiren tek parti diktatörlükleriyle yönetilmiş, işçi sınıfının ve öteki emekçilerin özgürlüklerini iktidardaki partinin taraftan olmakla kısıtlamıştır.

Proletarya diktatörlüğünün siyasi bakımdan yaşadığı bu yozlaşmanın arkasında, başta Rusya olmak üzere muzaffer devrimler yaşayan ya da Sovyetler Birliği’nin basıncı altında kapitalizmden kopan ülkelerin (bir-iki istisna ile) geri ülkeler olması ve devrimin buralara hapsolması yatmaktadır. Bu durum, önce 30’lu yıllarda Sovyetler Birliği’nde, daha sonra onun izinden yürüyen diğer ülkelerde işçi sınıfı içinden çıkan bir bürokrasinin siyasi iktidarı ele geçirmesine uygun koşulları yaratmıştır. Bürokrasi, aynen kapitalist ülkelerdeki sendika bürokrasisi gibi, ekonomik ve sosyal bakımlardan işçi sınıfı ve öteki emekçilere göre ayrıcalıklı bir konumu olan, ama sınıflaşmamış bir sosyal katmandır. Bu sosyal katmanın çıkarları yeni kurulan planlı ekonomiden sağlandığı için bürokrasi çok uzun bir süre proletarya diktatörlüğünü kapitalizme ve emperyalizme karşı savunmuş, ama bir yandan da işçi sınıfı üzerindeki hakimiyeti yoluyla kendi yerleşik çıkarlarını korumak için tek parti diktatörlüğünü bu toplumlara dayatmıştır.

Bürokrasi aynı zamanda Marx’m ve Marksizmin komünizm teorisini ve programını kendi çıkarları doğrultusunda gözden geçirerek tanınmaz hale getirmiştir. Bu konuda baş rolü, Sovyet bürokrasisinin önderi Yosif Visariyanoviç Stalin oynamıştır. Stalin Sovyet bürokrasisinin emperyalizm karşısındaki nazik durumuna yanıt olarak Marksizmin dünya devrimi fikrini terk etmiş, sınıfsız toplumun tek bir ülkede kurulmasının mümkün olduğu teorisini geliştirmiştir. Oysa, Marx ve Engels ve bütün izleyicileri sınıfsız toplumun (aynı anlama gelmek üzere sosyalizmin ya da komünizmin) ancak en azından sanayileşmiş ülkelerin bütününde bir arada kurulabileceği fikrini ısrarla savunmuşlardı. Stalin bürokrasinin başarısını yüceltmek için 1936’da henüz sınıflı bir toplum olduğunu kendisinin de kabul ettiği Sovyet toplumunun “sosyalist” olduğunu ilan ederek sosyalizm kavramının içeriğini çarpıtmıştır. Stalin aynı zamanda sınıfsız bir toplumda devletin var olmak bir yana güçlenmesi gerektiğini savunarak komünizmin orijinal teorisindeki devlet karşıtlığının yerine bir “devlete tapınma” hali yaratmıştır.

Bugün burjuvazinin sözcüleri aracılığıyla kitlelere yayılan komünizm fikri işte bürokrasinin komünizmin pratiğinde ve teorisinde yarattığı bu çarpıtmaların bir ürünüdür.

Komünizmin Geleceği
20. yüzyılda komünist olarak anılan ülkelerin çöküşü ve/veya kapitalist restorasyonun pençesinde kıvranmaları, temelde yine Marx’ı haklı çıkarmıştır. Bu ülkelerin hiçbir emperyalist saldırı olmaksızın çöküşü ya da Çin gibi kendiliğinden yüzünü kapitalizme dönüşü, üretici güçlerin artık ulusal sınırlar içinde gelişememesinin ve işçi sınıfının ekonominin ve politikanın yönetiminde söz sahibi olamamasının bir sonucudur. Yani çöken sosyalizm değil, “tek ülkede sosyalizm” programına bağlı bürokratik diktatörlüklerdir.

Elbette bu çöküşle birlikte sosyalizm ya da komünizm fikri dünya çapında büyük bir yara almıştır. Dünyanın her köşesinde ve en belirgin biçimde eski “komünist” ülkelerde kitlelerin zihninde kolektif olan her şeye, en başta da kamu mülkiyetine güven en alt düzeye vurmuştur. Komünizme yeniden itibarını kazandıracak olan, Marx’in komünizm fikrinin, 20. yüzyıl tarihinin geride bıraktığı enkaz içinden kurtarılarak bütün pırıltısıyla yeniden ortaya konmasıdır. Bu yapılırken, aynı zamanda, geçmişte bütün büyük Marksistlerin yaptığı gibi, bugünün Marksistlerinin de yaşanmış sosyalizm deneyiminin bütün derslerini çıkararak aynı felâketin tekrarlanmasını önlemek üzere geleceğe hazırlanması büyük önem taşımaktadır. 

Ama unutulmaması gereken asıl nokta şudur: Marx’a göre komünizm kapitalist toplumda hayatın kendisinin çelişkilerinin bir ürünü olarak tarih sahnesine çıkacaktır. Komünizmi gerçekten yeniden canlandıracak olan dünyanın bütün ülkelerinde proleterlerin ve öteki emekçilerin vereceği mücadeledir. Kapitalizm bu “küreselleşme” ve sürekli savaş çağında kitlelere yoksulluk ve kandan başka bir şey vaad edemediğini kanıtladıkça, bu mücadeleler bir gün bir yerde mutlaka bir alternatif arayışıyla sonuçlanacaktır. O alternatif ise, kim ne ad verirse versin, Marx’ın komünizm fikrinden başka bir şey olamaz.

Sungur SAVRAN 

"Kavram Sözlüğü - Söylem ve Gerçek" editör: Fikret Başkaya, Özgür Üniversite Kitaplığı, Aralık 2015

Share on :

Hiç yorum yok:

 
Copyright © 2015 benhayattayken
Distributed By My Blogger Themes | Design By Herdiansyah Hamzah