Russell bu yazısında bilimin, dinsel dogmalarla mücadelesinin kozmoloji, jeoloji ve biyoloji bağlamında kısa bir tarihini veriyor.
Bertrand |
Modern kafanın, uzun süreli bir gelişme kavramının ne denli yeni olduğunu görmesi güçtür; gerçekte de bütünüyle Newton'dan sonraki bir düşüncedir bu. Kutsal Kitap'a dayanan inanca göre evren altı günde yaratılmış, o zamandan beri, şimdi içinde bulunan bütün göklü yaratıklara, bütün hayvanlarla bitkilere, Büyük Sel'in yok ettiği daha başka birçok canlıya yurtluk etmişti. Birçok tanrıbilimcinin söylediklerine, bütün Hıristiyanların inandıklarına göre Düşüş zamanında evrene yasa olabilecek bir gelişme şöyle dursun, her türlü kötülüğün korkunç bir kaynaşması görülüyordu. Tanrı, Âdem ile Havva'ya belli bir ağacın meyvesini yememesini söyledi, ama onlar dinlemeyip yediler. Bunun üzerine Tanrı onların, kendi soylarından geleceklerin bütünüyle birlikte ölümlü olmalarını, küçük bir azınlık bir yana, en uzak torunlarının bile cehennemde sonsuz ceza çekmelerini emretti; bu küçük azınlığın da neye göre seçileceği tartışmalıydı. Âdem günahı işler işlemez, hayvanlar birbirlerini avlamağa, dikenler göğermeğe başlamış, birbirlerinden ayrı mevsimler ortaya çıkmış, toprak da lanetlenmiş, ağır bir emek karşılığı olmadıkça insanoğluna hiçbir şey vermemesi emredilmişti, insanlar öylesine azalmışlardı ki. Tanrı, Nuh ile üç oğlu ve karılarından başka hepsini Büyük Sel'de boğmuştu. Bu cezadan sonra da uslandıkları sanılmıyordu, ama Tanrı artık başka bir evrensel felaket göndermeyeceğine söz vermişti, ancak arasıra yaptığı su baskınlarıyla, depremlerle yetiniyordu.
Bilmeliyiz ki bütün bunlar ya doğrudan doğruya Kutsal Kitap'ta yer alan, ya da Kutsal Kitap’takılerden, tümdengelimden çıkarılan kesin gerçekler olarak benimseniyorlardı. Dünyanın yaradılış yılı, Oluş (Genesis) da adı anılan her atanın, en büyük oğlu doğduğunda kaç yaşında olduğunu söyleyen soy dizilerinden çıkarılabilir. Bu konularda, İbrani yazması ile Septuagint yazması* arasındaki ayrılıklardan, ya da anlaşılma güçlüklerinden doğan karşıtlıklar da ortaya çıkabiliyordu; sonunda Protestanlar genel olarak başpiskopos Usher'in ileri sürdüğü İ.Ö. 4004 yılını dünyanın yaradılış yılı kabul ettiler. Cambridge Üni- versitesi'nin Yardımcı Başkanı Dr. Lightfood yaradılış yılı konusunda bu bilgiyi benimsemiş, Oluş'un yakından incelenmesiyle daha başka birçok konuların da büyük bir seçiklik kazanacağını düşünmüştü; onun söylediğine göre, insan 23 Ekim sabahı saat 9'da yaratılmıştır, ama bu da bir inanç sorunuydu; Oluş'dan çıkaracağınız birtakım kanıtlara dayanarak, Âdem ile Havva'nın, 16 Ekim'de ya da 30 Ekim'de varedildiklerine inanmanızda, dinsiz sayılma sakıncası yoktur. Yaradılış gününün cuma olduğu da biliniyordu tabiî, çünkü Tanrı cumartesi günü dinlenmişti.
Bilimin de bu dar sınırlar içinde kalması istenmiş, gördüğümüz evrenin 6000 yıllık değil çok daha yaşlı olduğunu düşünenler alay konusu olmuşlardır. Gerçi böyle kimseler artık yakılmıyor, hapsedilmiyorlardı ama, tanrıbilimciler bunların yaşamalarını zehir etmek, öğretilerinin yayılmasına engel olmak için ellerinden geleni geri koymuyorlardı.
Newton, Copernicus sistemi kabul edildikten sonra, dinsel inançları sarsacak bir şey yapmış olmuyordu. Kendisi de koyu bir Hıristiyan, Kutsal Kitap'a inanan bir kimseydi. Onun evreni, içinde gelişmeler bulunmayan bir evren değildi, söylediklerinde bu konuya hiç rastlamıyoruz ama herhalde bütün evrenin tek parçadan yaratıldığına inanıyordu. Gezegenlerin güneşin çekiminden kurtulmalarını sağlayan teğetsel hızlarını açıklarken, hepsinin başlangıçta Tanrı eliyle boşluğa fırlatılmış olduklarını tasarlıyordu; bundan sonra olup bitenler de genel çekim yasasıyla açıklanıyordu. Newton'un, Bentley'e yazmış olduğu özel bir mektupta bütün evrenin güneş sisteminin ilkel bir parçalanmasından doğmuş olabileceğini ileri sürdüğü doğrudur; ama topluluk karşısında ya da resmi olarak söylediklerine bakılırsa, güneş ile gezegenlerin birdenbire yaratılmış olduklarını benimseyen, evrensel evrime hiçbir pay tanımayan bir düşünceden yana olduğu görülür.
On sekizinci yüzyılın özel inanç biçim Newton'dan alınmadır; buna göre evrenin ilk yaratıcısı olan Tanrı, temel yasalar da koymuş, yaptığı kurallarla da gelecekteki bütün olayları kendisinin bir daha araya girmesini gerektirmeyecek biçimde belirlemiştir. Koyu dincilere göre yasalarla açıklanamayacak durumlar da vardı: dinle ilgili mucizeler. Ama yaradancılara (deistlere) göre her şey doğal yasalarla yönetiliyordu. Pope'un Essay on Man'inde (İnsan Üstüne Deneme) iki görüşle de karşılaşırız. Bir parçada:
The first Almighty Cause acts not by partial, but by gen'ral laws;
The exceptions are few.
(Her şeye yeterli ilk güç, ayrı ayrı değil, genel yasalarla hareket eder, pek azdır bunun dışında kalan.)
Ama dinsel bağın unutulduğu anlarda, hiçbir duruma ayrıcalık tanınmaz:
From Nature's chain whatever link you strike
Tenth, or ten thousandth, breaks the chain alike.
And if each system in gradation roll
Alike essential to th' amazing whole,
The least confusion not in one, but all
That system only, but the whole must fall.a
Let earth unbalanc'd from her orbit fly,
Planets and suns run lawless through the sky;
Let ruling angels from their spheres be hurl'd.
Being on being wreck'd, and world on world;
Heav'n's whole foundations to their centre nod,
And Nature tremble, to the throne of God!
'Doğa'nın zincirinden hangi halkayı koparsanız, onuncu olsun, on birinci olsun fark etmez, kırılıverir zincir. Aşamalı sistemler, şaşkınlık veren o bütüne uyarak, hep birbirleri gibi yuvarlanıp giderlerken en küçük bir karışıklık koca bir sistemi yıkmakla kalmaz, bütünü de yıkar. Yer dengesini yitirir fırlar yörüngesinden; gezegenler, güneşler, yasasız koşarlar gökyüzünde; yönetici melekler göklerinden uğrarlar, varlık varlık üstüne dünya dünya üstüne yığılır; bütün temelleri göklerin eğilir merkeze doğru. Doğa titrer, tahtı önünde Tanrı'nın!)
Yasaların Yetkisi sözünden, Kraliçe Anne zamanında olduğu gibi, politik durulma anlaşılıyor, devrimler çağının geçtiğine inanılıyordu. İnsanlar yeniden değişiklik istemeye başlayınca. Evrim doğal yasaların işleyişi konusundaki görüşleri de kural olmaktan çıktı.
Güneşin gelişimi konusunda ciddi bir bilimsel kuram koymaya girişen ilk kimse 1755 yılında General Natural History and Theory of the Heavens, or Investigation of the Constitution and Mechanical origin of the Whole Structure of the Universe, treated according to Newtonian Principles, (Göklerin Genel Doğal Tarihi ile Kuramı, ya da Newton İlkelerini Uygulayarak Evrenin Bütün Yapısının Kuruluşu ve Mekanik Kaynağı Üzerinde Araştırma) adlı kitabıyla Kant olmuştur. Bu kitap, kimi yönleriyle modern gökbilimin sonuçlarını önceden gören çok önemli bir yapıttır. Çıplak gözle görülebilen bütün yıldızların tek sisteme, Samanyolu'na bağlı olduklarını söyleyerek başlar. Bütün bu yıldızlar hemen hemen bir düzlemde yer alırlar. Kant'a göre bunlar arasında da tıpkı güneş sistemindekine benzer bir birlik göze çarpar. Olağanüstü bir düşsel kavrayışla Nebula'nın da sonsuz uzaklıkta yıldız kümelerinden başka bir şey olmadığını söylemiştir; bugün de genellikle tutulan görüş budur. Nebula'nın, Samanyolu'nun, yıldızların, gezegenlerin takımyıldızlarının gerçekte dağınık olan bir maddenin küme küme yoğunlaşmasından ortaya çıktıkları ileri süren, -yer yer, matematik kanıtlara dayanmamakla birlikte, daha sonraki buluşların eşiğine dayanmış- bir kuramı vardır. Maddesel evrenin sınırsızlığına inanır, bunun Yaratıcı'nın sınırsızlığına yaraşacak tek görüş olduğunu söyler. Kant'ın düşüncesine göre karışıklıktan örgütleşmeye doğru aşamalı bir geçiş evrenin çekim merkezinden başlar, yavaş yavaş bu noktadan en uzak kesimlere değin yayılır; sonsuz bir uzayda olup biten sonsuz zaman isteyen bir işlemdir bu.
Kant'ın yapıtının önemli yönlerinden birincisi maddesel evreni bir bütün, Samanyolu'yla Nebula'nın da bu bütünün birimleri olarak düşünen görüş; İkincisi de uzaydaki hemen hemen anlaşılmaz bir madde dağılmasından doğan aşamalı gelişim fikridir. Bu, birden yaratılma düşüncesi yerine evrimi koyan ilk adımdır, böyle bir görüşün Yeisle değil de, göklerle ilgili bir kuramla ortaya çıkmış olması da ilgi çekicidir.
Türlü nedenlerden dolayı Kant'ın yapıtı pek az ilgi topladı. Kitap yayımlandığı zaman Kant otuz bir yaşındaydı, büyük bir üne ulaşmış değildi daha. Bir matematikçi ya da fizikçi değil, filozoftu; kendi başına olan bir sistemin, durup dururken bir dönme kazanacağını tasarlaması, dinamik konusundaki yetersizliğini gösterir. Ayrıca, kuramı yer yer katıksız bir düştü; örneğin bir gezegen güneşten ne denli uzaksa, içinde yaşayanlar da o denli daha üstündür diye düşünüyordu; bu görüş insan soyu konusunda gösterdiği alçakgönüllülükle birlikte, bilimsel dayanaklardan yoksundur. Bu nedenlerden dolayı Laplace aynı konuda daha yetkili bir kuram ortaya koyuncaya dek Kant'ın yapıtı hemen hemen göze çarpmamıştır bile.
Laplace'ın ünlü varsayımı ilk olarak, 1796'da Exposition du Systeme du Monde (Dünya Sisteminin Açıklanması) adlı kitabın yayımlanmasıyla ortaya çıktı; Laplace, söylediklerinin çoğunun daha önce Kant tarafından söylenmiş olduğunu bilmiyordu bile. Söylediğinin bir varsayımdan başka hiçbir şey olmadığına inanıyor, bunu “gözlem ya da hesap sonucu olmayan her şeydeki güvensizlikle” diyen bir notla belirtiyordu; ama şimdi değişmiş olan bu varsayım o zaman bütün bir yüzyıl boyunca düşünce alanına egemen oldu. Laplace'a göre güneş sistemi ile gezegenler sistemi bir zamanlar çok geniş bir nebulaydı; bu nebula yavaş yavaş büzüldü. Büzülünce de daha hızlı dönmeye başladı; merkezkaç gücü ile koparak uçan topraklar gezegen oldular; aynı işlemin tekrarlanmasıyla gezegenlerin uyduları ortaya ortaya çıktı. Laplace, Fransız Devrimi çağında yaşadığı için tam özgür bir düşünürdü. Yaradılışı bütünüyle yadsıyordu. Göklü bir hükümdara beslenen inancın yeryüzü hükümdarlarına da saygı uyandıracağına inanan Napoleon, Laplace'ın büyük yapıtı Celestial Mechanics'de Tanrı adının neden hiç anılmadığını sorunca, büyük gökbilimci, “Efendimiz, o varsayımla işim yok benim” diye karşılık vermişti. Tanrıbilimciler diş biliyorlardı tabii, ama Laplace'a olan öfkeleri, tanrıtanımazlık akımı ile devrim Fransa'sının türlü azgınlıkları karşısında duydukları korku yanında hiç kalıyordu. Hem o güne dek gökbilimcilere açtıkları her savaş boşuna çaba olmuştu.
Yerbilimde bilimsel görüşün gelişmesi, bir bakıma gökbilimdekinin tam tersi oldu. Gökbilimde göksel cisimlerin değişmez olduğu kanısı, yerini göksel cisimlerin aşamalı bir gelişim geçirdiklerini söyleyen kurama bıraktı; ama yerbilimde, hızlı, karmakarışık değişikliklerin geçirilmiş olduğu eski bir dönemin varlığına inanılırken, bilim ilerledikçe, değişikliklerin her zaman için, uzun bir süreyi gerektirdikleri inancı yerleşti. Oysa daha önce, bütün dünya tarihini altı bin yıla sığıştırmak gerekiyordu. Tortul kayalardan, lav birikintilerinden elde edilen kanıtlar incelenirken, bunların ilgili bulunduğu felaketlerin eskiden çok yaygın oldukları tasarlanıyordu, çünkü sınırlı bir zaman içinde olup bitmişti hepsi. Bilimsel gelişme yönünden yerbilimin gökbilimden ne denli geri kaldığı, Newton zamanındaki durumundan anlaşılabilir. 1695'te Woodward tortul kayaları açıklarken “büyük selde yeryuvarlağının bütün karaları parçalanarak sulara karışmış, sonra herhangi bulanık bir sıvının geride bırakacağı tortu gibi, selin de ardında katmanlaşmış tortular kalmıştı.”
Lyell'in söylediğine göre Woodward “yerkabuğundaki bütün kalıntı katmanları birkaç ay içinde birikmiştir” diyordu. On dört yıl önce (1681'de), sonraları Charterhouse'a başkanlık etmiş olan Thomas Burnet, Sacred Theory of the Earth; containing an Account of the Original of the Earth, and of all the general Changes which it had already undergone, or is to undergo, till the Consummation of all things. (Yer'in Aslını, Şimdiye Dek Geçirmiş Olduğu ya da Her Şey Bütünleninceye Dek Geçireceği Değişiklikleri Açıklayan Kutsal Yer Kuramı) adlı kitabını yayımlamıştı. Büyük Sel'den önce güneş yörüngesi düzleminde bulunan Ekvator'un, selden sonra şimdiki eğik duruma geldiğine inanıyordu (Bu değişikliğin Düşüş sırasında olduğunu düşünen Milton'un görüşü tanrıbilimsel yönden daha doğrudur.). Burnet'in düşüncesine göre, güneşin ısısıyla yerkabuğu çatlamış, yeraltındaki suların bu yarıklardan fışkırmasıyla sel olmuştur. İkinci bir felaketin, büyük selden bin yıl sonra görüldüğüne inanıyordu. Görüşlerini incelerken yine de dikkatli olmak gerekir, örneğin tanrısal cezaya inanmıyordu. Daha da kötüsü, Düşüş'ün ders alınacak bir öyküden başka bir şey olmadığını söylüyordu. Encylopaedia Britannica'dan öğrendiğimize göre, bu inançlarından dolayı “kral onu saray rahipliğinden uzaklaştırmak zorunda kalmıştır.” Whiston 1696'da yayımladığı; A new Theory of the World in Six Days, the Universal Deluge, and the General Conflagration, as laid down in the Holy Scriptures, are shown to be perfect agreeable to Reason and Philosophy (Dünyanın Altı Günde Yaratılışı, Evrensel Sel, Genel Yangın Konularında Kutsal Kitap'ta Söylenenlerin, Bütünüyle Akla ve Felsefeye Uygun Olduğunu Gösteren Yeni Bir Yer Kuramı.) adlı kitabında Burnet'in Ekvator'la ilgili yanlış görüşüyle öbür yanlışlarından kaçınmağa çalışmıştır. Bu kitabın yazılmasında bir bakıma 1680 kuyrukluyıldızının payı olmuştur; bu belki de Whiston'a, Büyük Sel'in de bir kuyrukluyıldızdan ileri gelmiş olabileceğini düşündürmüştür. Bir noktada. Kutsal Kitap'a bağlılığın derecesi tartışma götürür; yaradılıştaki altı günün bildiğimiz günlerden daha uzun olduklarını düşünüyordu.
Woodward, Burnet ve Whiston'un, çağlarının öbür yerbilimcilerinden daha aşağı oldukları sanılmamalıdır. Tam tersine, zamanlarının en iyi yerbilimcileriydiler; Whiston, Locke'un çok büyük övgülerine konu olmuştur.
On sekizinci yüzyılda, hemen hemen her şeyin sudan geldiğini söyleyen Neptün'cü okulla, her şeyi yanardağlarla depremlere bağlayan Volkancı okul arasında uzun bir çatışma görülür. Birinciler, durmadan Büyük Sel'in kanıtlarını topluyorlar, dağların yüksek kesimlerinde bulunan taşıl (fosil) kalıntılara büyük bir önem yüklüyorlardı. Dinsel görüşe daha çok bağlıydılar, bundan dolayı bu görüşün düşmanları, bulunan taşılların gerçek hayvan kalıntıları olamayacağını söylemeğe kalkıştılar. Voltaire aşırı şüpheyle davrandı bu konuda; bu taşılların gerçekten yaşamış hayvanlardan kalma olduklarını yadsımayacak duruma gelince, bunların dağlardan yolu geçen hacılar tarafından atılmış, düşürülmüş olduklarını ileri sürdü. Bu örnekte, dogmatik özgür düşünce, bilime aykırılıkta dinsel düşünceden daha baskın çıkmıştır.
Büyük doğacı Buffon, 1749'da yayımladığı Natural History'de (Doğal Tarih), Paris'teki Sorbonne Tanrıbilim Fakültesinin “Kilise öğretisine aykırı” olmakla suçlandırdığı on dört önerme ileri sürdü. Bu önermelerden biri, yerbilimle ilgili olarak: “Şimdi yeryüzünde bulunan dağlar, vadiler ikincil nedenlerden doğmuştur, aynı nedenler zamanla bütün kıtaları, tepeleri, vadileri yok ederek yerlerine yenilerini getireceklerdir” diyordu. Burada “ikincil nedenler” Tanrı'nın yaratıcı emirleri dışında kalan bütün öbür nedenler anlamındadır; oysa 1749'da dinsel görüş, dağlarıyla, vadileriyle, denizlerinin, karalarının, dağılışıyla bütün dünyanın, şimdi gördüğümüz biçimde yaratılmış olduğuna inanmayı gerektiriyordu; yalnız bir mucize ile değişikliğe uğramış olan Lut gölü bunun dışında sayılıyordu.
Buffon, Sorbonne ile bir çatışmaya girişmenin iyi olmayacağını düşündü. Sözlerini geri alarak şu itirafı yayımlamak zorunda kaldı: “Kutsal Kitap'a aykırı şeyler söylemek amacında olmadığımı; Kutsal Kitap'ta yaradılış konusunda söylenenlerin gerçekliğine, belirtilen sürelerin doğruluğuna bütün gücümle inandığımı; kitabımda, yerin oluşumu konusunda bütün söylediklerimden, genel olarak Musa'nın söyledikleriyle çelişebilecek bir şeyden, vazgeçtiğimi açıklarım.” Burada açıkça görüldüğü gibi, tanrıbilimcilerin Galilei ile olan çatışmadan aldıkları ders gökbilimin sınırları içinde kalmıştı.
Yerbilim konusunda modern bir bilimsel görüş ortaya koyan ilk yazar, ilkin 1788'de, sonra daha genişleterek 1795'te yayımladığı Theory of the Earth (Yer Kuramı) adlı kitabı ile Hutton olmuştur. Söylediğine göre, geçmiş çağlarda yer yüzeyinin geçirmiş olduğu değişiklikler bugün de sürüp gitmekte olan nedenlerden ileri gelmişti, bu nedenlerin eski çağlarda şimdikinden daha etkili olduklarını düşünmek yersizdi. Bu, temel bakımdan sağlam bir görüşse de, Hutton bu görüşün kimi yönlerini çok geliştirmiş, kimi yönleri üzerinde de gereği ölçüsünde durmamıştır. Deniz dibinde biriken tortulara bakarak, kıtaların ortadan kalkışını aşınmaya bağlıyordu; ama yeni kıtaların ortaya çıkışını, birden gelmiş büyük değişikliklerle açıklıyordu. Karaların birdenbire batmasını, ya da yavaş bir süreyle yükselmesini, gerektiği ölçüde anlayamamıştır. Ama onun gününden beri bütün yerbilimciler, geçmişteki değişiklikleri yapan etkenlerin bugün kıyıların yavaş yavaş değişmelerinde, dağ yüksekliklerinin artıp eksilmesinde, deniz dibinin yükselip alçalmasında payı olan etkenlerden ayrı olmadıklarını söyleyen yöntemi benimsemişlerdir.
İnsanların bu görüşü daha önce benimsememiş olmaları, yalnızca Musa'cı zaman bilgisi yüzündendir. Oluş'a bağlı kimseler, Hutton ile öğrencisi Playfair'e çok ağır saldırılarda bulunmuşlardır. Lyell* “Din tutkusu Hutton öğretilerine karşı coşmuştu, bu çatışmada başvurulan hileler, aşırılıklar inanılacak gibi değildir, İngiliz halkının düşüncelerinin o zamanlar nasıl ateşli bir heyecanla kamçılandığını anımsayamayan okur bütün bunları anlayamaz,” diyor. “Fransa'da birtakım yazarlar yıllardır bütün güçleriyle Hıristiyan inancının temellerini çökertmeğe çalışıyorlardı; bir yandan bu yazarların başarıları, bir yandan da Devrim'in sonuçları, en gözüpek kafaları uyandırmıştı, ama daha yüreksiz olanların kafalarında yenilik korkusu, korkunç bir düş gibi sürüp gidiyordu.” 1795 İngiltere'sinde hemen hemen bütün zenginler Kutsal Kitap'a karşıt her öğretiyi mallarına yönelmiş bir saldırı, bir giyotin tehdidi olarak görüyorlardı. İngiliz düşüncesi yıllarca, Devrim'den önceki özgürlüğünden bile yoksun kaldı.
Taşılların soyu tükenmiş canlılara, yaşam biçimlerine birer kanıt oldukları düşünülerek yerbilimin daha sonraki gelişimi biyolojininki ile karıştı. Dünyanın ilkçağları söz konusu olunca, yerbilim ile tanrıbilim altı “gün"ün altı "çağ” sayılması gerektiğini söyleyerek uzlaşıyorlardı. Ama canlılar konusunda tanrıbi- limin ileri sürdüğü bir sürü kesinlemeyi, bilimle uzlaştırmak gitgide daha güç bir iş oldu. Düşüş zamanına dek hayvanlardan hiçbiri öbürünü yememişti; şimdi varolan hayvanlar Nuh'un gemisine alınan hayvanların soyunadandırlar; şimdi soyu tükenmiş olanlar ise selde boğulmuşlardır. Yaratılan türler hiçbir değişikliğe uğrayamazlardı; her biri ayrı bir yaratma eyleminin sonucuydu. Bu önermelerin herhangi biriyle ilgili bir soru sormak, tanrıbilimcileri öfkelendirmek demekti.
Güçlükler Yeni Dünya'nın bulunmasıyla başlamıştı. Amerika Ağrı Dağı'ndan çok uzakta bir ülkeydi, ama yine de aradaki ülkelerin hiçbirinde görülmeyen birçok hayvanlar yaşıyordu.
Bu düşüncenin de güçlükleri yok değildi. St. Augustine Tanrı'nın sinekleri yaratmasındaki nedeni bilmediğini söylemek zorunda kalmıştı. Luther daha da ileri giderek, sineklerin, iyi kitaplar yazarken kendisini rahatsız etsinler diye Şeytan tarafından yaratıldıklarını söylemiştir. Bu ikinci düşünce daha değerlidir şüphesiz orada. Bu hayvanlar bunca uzak yoldan nasıl gelmişlerdi, üstelik, türlerinden bir tekini bile yolda bırakmamışlardı. Kimileri onları denizcilerin getirmiş olduklarını düşündüler, ama, kendisini Kızılderilileri dine sokmağa adayan, sonra kendi inancını da güç kurtarabilen sofu Jesuit Joseph Acosta böyle bir varsayımı şaşkınlıkla karşılamıştı. Natural and Moral History of the Indies (1590) (Kızılderililerin Doğal ve Töresel Tarihi) adlı yapıtında bu sorunu çok olumlu bir biçimde tartışır, der ki: “İnsanların, bunca uzak bir yolculukta, Peru'ya tilkiler götürmek için başlarını derde sokmuş olduklarını kim düşünebilir, hele şimdiye dek gördüklerimin en pisi olan o 'Adas' türünü? Kaplanlar ya da Aslanlar götürmüş olduklarını kim söyleyebilir? Böyle düşünenlere gülünse yeridir doğrusu. Bir fırtınayla, ellerinde olmaksızın, bunca uzun, bilinmez bir yolculuğa sürüklenmiş olan insanlar kendi canlarının derdine düşmüşlerdir herhalde, yoksa başlarına gelenler yetmiyormuş gibi kurtlar, tilkiler götürmeğe kalkışıp iki taşın arasında, bir de onları beslemekle uğraşmamışlardır.” Bunun üzerine tanrıbilimciler pis Acias'la benzeri hayvanların güneş etkisiyle kendiliklerinden, bataklıklardan türemiş olduklarına inandılar; ne yazık ki Nuh'un gemisinde bununla ilgili hiçbir ipucu yoktu. Ama başka çıkar yol da yoktu. Örneğin, adlarının da belirtildiği gibi, yerlerinden zor kımıldayan Sloth'lar nasıl Ağrı Dağı'ndan yola çıkıp hep birlikte Amerika'ya ulaşmış olabilirler?
Başka bir güçlük de hayvanbilimin gelişmesiyle elde edilen, hayvan türlerinin sayısından doğdu. Şimdi bu sayı iki milyonu bulmuştu, her türden iki hayvanın gemiye alındığı göz önünde tutulunca, geminin biraz fazlaca kalabalık olabileceği düşünüldü. Hem, Adem hepsine ayrı ayrı ad takmıştı; bunca çok sayıda hayvanı adlandırmak yaşamın tam başlangıcında biraz ağır bir iş olurdu. Avustralya'nın bulunması yeni güçlükler çıkardı. Neden bütün kangurular Torres Bozağı'ndan atlamışlar, geride bir çift bile kalmamıştı? Biyoloji alanındaki gelişmeler yüzünden, güneşin etkisiyle bataklıklardan bir çift kangurunun türemiş olduğunu düşünmek de pek güçtü artık, ama böyle bir kuram her zamankinden daha gerekliydi.
Bu türden güçlükler, bütün on dokuzuncu yüzyıl boyunca din adamlarının kafalarını oyaladı durdu. Örneğin, The Necessary Existence of God (Tanrı'nın Zorunlu Varlığı)'ın yazarı William Gillespie'nin The Theology of Geologists, as exemplified in the cases of Hugh Miller and, others (Hugh Miller ve Başkalarından Verilmiş Örneklerle Yerbilimcilerin Tanrıbilimi) adlı kitapçığı okuyunuz. Bir İskoç tanrıbilimcisinin yazdığı bu kitap 1859'da Darwin'in Origin of Species (Türlerin Kökeni) ile aynı yılda çıktı. Yerbilimcilerin korkunç önermeleri üzerinde durur, onların “düşünülmesi bile korkunç günahların öncüleri” olduklarını söyler. Yazarın üzerinde durduğu ana sorun, Hugh Miller'in Testimony of Rocks (Kayaların Tanıklığı) adlı kitabında ileri sürdüğü “insan ilk günahı işleyip acı çekmeğe başlamadan önce de hayvanlar arasında şimdiki savaş vardı” düşüncesidir. Hugh Miller, insanın yaradılışından önce yaşayıp soyları tükenmiş hayvan türlerinin birbirlerine karşı başvurdukları ölüm, işkence yollarını bütün korkulu yanlarıyla, canlı bir biçimde anlatır. Dine bağlı bir kimse olduğu için Tanrı'nın günahsız yaratıklara neden böyle acı çektirdiğini bir türlü anlayamıyordu Mr. Gillespie, kanıtlara gözlerini kapayarak, küçük hayvanların insanın ilk günahından dolayı acı çektiklerini, yine bundan dolayı öldüklerini söyleyen dinsel görüşü körükörüne savunuyor; Kutsal Kitap'tan aldığı “insanla geldi ölüm” sözleriyle, Âdem'in elmayı yediği zamana değin hiçbir hayvanın ölmemiş olduğunu tanıtlamağa kalkışıyordu. Hugh Millerin, soyu tükenmiş hayvanların boğuşmaları konusunda söylediklerini göstererek, İyiliksever bir Yaratıcı böyle canavarlar yaratmış olamaz diyordu. Bütün bunlara peki diyelim. Ama daha aşırı düşünceleri pek gariptir. Herhalde yerbilimin kanıtlarını yadsımağa yeltenmiş, ama yiğitliği daha baskın çıkmıştır. Belki de vardı böyle canavarlar, ama onlar doğrudan doğruya Tanrı eliyle yaratılmamışlardır, diyordu. Başlangıçta iyi yaratıklardı, sonradan şeytan ayarttı onları; ya da, belki Gadarene domuzu gibi, cinleri barındıran hayvan gövdeleriydi bunlar. Tevrat'ın, birçokları için sürçme-taşı olan o Gadarene domuzu öyküsüne neden yer verdiği anlaşılır burda.
Biyoloji alanında, dinsel görüşü kurtarmak için, Edmund Gosse'un babası, doğa bilgini Gosse garip bir yelteni gösterdi. Dünyanın eskiliği konusunda yerbilimcilerin ileri sürmüş oldukları bütün kanıtları kabul etti ama Yaradılış sırasında her şeyin eskiymiş gibi yapılmış olduğunu ileri sürdü. Kuramının gerçek olmadığını tanıtlayacak, mantığa uygun bir yol yoktur. Tanrıbilimciler, Âdem'le Havva'nın tıpkı doğumla dünyaya gelen insanlar gibi göbekleri olduğunu söylüyorlardı. Bunun gibi, öbür yaratılanlar da eski bir biçimde yaratılmışlardı belki. Kayalar taşıl kanıtlarla doldurulmuş, volkanların, ya da tortul birikmelerin etkisine uğramış gibi yapılmış olabilirlerdi. Ama böyle olanaklar bir kez benimsendi mi, dünya şu zaman ya da bu zaman yaratılmıştır diye tartışmanın hiçbir anlamı kalmaz. Hepimiz hazır anılarla, çoraplarımızda delikler, saçımız sakalımız uzamış bir halde beş dakika önce dünyaya gelmiş olabiliriz. Mantıkça olağan bu duruma, kimse inanamazdı; Gosse umduğunun tam tersine, din ile bilim arasında yaptığı, mantık yönünden eşsiz uzlaştırmaya, hiç kimsenin inanmadığını gördü. Onun düşüncelerini tanımayan tanrıbilimciler, daha önceki öfkelerinin çoğunu bırakıp azıyla durumlarını kurtarmağa çalıştılar.
Bitkilerle hayvanların üreme, değişme yoluyla uzun süreli bir evrim geçirdiklerini söyleyen öğreti biyolojiye yerbilimden geldi daha çok; bu kuram üçe ayrılabilir. İlk gerçek, -ancak, uzak çağlarla ilgili bir gerçekten umulabilecek kesinlikte bir gerçek bu-, küçük canlıların daha eski oldukları, daha karmaşık bir yapı taşıyan canlıların ise gelişmenin sonlarına doğru ortaya çıktıklarıdır. İkincisi, daha sonraki, çok daha üstün yapılı canlılar kendiliklerinden ortaya çıkmamışlar, bir değişmeler dizisinden geçerek daha önceki canlılardan türemişlerdir; biyolojide “evrim” ile söylenmek istenen budur. Üçüncüsü, bütünlükten uzak olmakla birlikte, evrimin işleyişini, örneğin değişmenin, belli canlıların yaşayıp öbürlerinin silinip gitmelerinin nedenlerini araştıran bir çalışma vardır. İşleyişi konusunda daha birçok karanlık noktalar bulunmakla birlikte, evrim öğretisi bugün bütün evrence benimsenmiştir. Darwin'in başarısı tarihsel evrimi daha olağan gösteren bir işleyiş -doğal seçim- ileri sürmüş olmasıdır; ama ileri sürdüğü, kendisinden hemen sonra gelenlerce kolay benimsenmişse de, yirminci yüzyılın bilim adamlarına göre pek yetersizdir.
Evrim öğretisine önem veren ilk biyoloji bilgini Lamarck (1744-1829) oldu. Öğretileri kabul edilmedi, çünkü türlerin değişmezliği konusundaki önyargı geçerlikteydi daha, üstelik ileri sürdüğü değişim süreci de bilimsel kafaların benimseyebileceği gibi değildi. Bir hayvanın gövdesinde beliren yeni bir organın, duyulan yeni bir istekten ileri geldiğine inanıyor, tek örnekte görülen bu yeniliğin, sonra bütün soya geçtiğini düşünüyordu. İkinci varsayım olmadan, birincisi evrim için pek yetersiz bir açıklamaydı. Birinci varsayımın, yeni türlerin gelişiminde önemli bir öğe olamayacağını söyleyen Darwin, kendi sisteminde pek geniş bir yer tutmamasına karşın, İkinciyi benimsiyordu. Tek örneklerde ortaya çıkan değişikliklerin bütün bir soya geçtiğini söyleyen ikinci varsayıma Weissmann bütün gücüyle karşı koydu, bu çekişme bugün bile sürüp gitmektedir, ama elde edilen kanıtlar birkaç ayrıca durum dışında, soya geçen bütün yeni özelliklerin yumurta hücresiyle ilgili değişiklikler olduğunu göstermektedir. Bu bakımdan Lamarck'ın evrim işleyişi konusunda söyledikleri kabul edilemez.
Lyell'in yeryuvarlağı ile yaşamın eskiliğini sağlam kanıtlarla savunan Principles of Geology (Yerbilimin İlkeleri) adlı kitabı 1839'da ilk basıldığı zaman dine bağlı kimseler arasında büyük bir yaygarayla karşılandı, oysa kitabın ilk baskılarında canlıların evrimi varsayımını savunan çok şey yoktu. Lamarck'ın kuramlarını titizlikle eleştiriyor, bilimsel kanıtlara dayanarak çürütüyordu. Darwin'in Origin of Species (1859)'inin çıkışından sonra yaptığı yeni baskılarda ise evrim kuramını savunuyordu.
Darwin'in kuramı, laisser-faire ekonomi düzeniyle işleyen bitki-hayvan dünyasını da kavramaktaydı, Malthus nüfus kuramı da Darwin'in kuramına dayanıyordu. Bütün canlıların büyük bir hızla yayılmalarından dolayı, her kuşağın büyük çoğunluğunun daha çoğalma çağma varmadan ölmesi gerekmektedir. Dişi bir morina balığı yılda 9.000.000 yumurta yumurtlar. Bu yumurtaların hepsinden yeni morina balıkları çıksa, birkaç yıla varmaz bütün deniz silme morinayla dolar, karalar yeni bir sele uğrardı. Fillerden başka, öbür hayvanların hepsinden daha yavaş artan insan topluluklarının da her yirmi beş yıl içinde iki kat oldukları bilinmektedir. Bütün dünyadaki insanlar bu hızla çoğalsalar, önümüzdeki iki yüzyıl içinde insan sayısı beşyüz biri milyonu bulur. Oysa, hayvan-bitki topluluklarının gerçekte, bir kural gereği sayıca hep aynı düzeyde kaldıklarını görüyoruz; birçok dönemlerde insan toplulukları için de durum aynı olmuştur. Buradan çıkan sonuca göre bir türün, kendilerine üstünlük sağlayan bir yanlarıyla öbürlerinden ayrılan kimi üyelerinin, süreklilikleri daha olağandır. Ayrılan özellik sonradan kazanılma ise, arkadan gelen kuşaklara geçmez ama doğuştansa yeni kuşaklarda, küçük bir oranda olsa bile izler bırakabilir. Lamarck zürafanın boynunun yüksek dallara ulaşabilme çabasından dolayı uzadığını, bu çabanın sonucunun da soydan soya geçtiğini düşünüyordu; Weismann'in yaptığı değişikliklerle Darwin'ci görüş, zürafaların, uzun boyunluluğa doğuştan bir eğilim taşıdıklarını, böylece açlıktan ölebilme sakıncasından kurtulduklarını, bundan dolayı kendilerinden sonraya da yine uzun boyunlu, daha çok sayıda zürafa bıraktıklarını, kimilerinin anne babalarından da daha uzun boyunlu olduklarını söylüyordu. Böylece zürafanın bu özelliği, daha çok uzamanın hiçbir yarar sağlamayacağı zamanına dek gitgide gelişecekti.
Darwin'in kuramı, nedenleri bilinmeyen tek tük değişikliklerin görülmesine dayanıyordu. Ele alınan herhangi bir çiftin bütün çocuklarının aynı olmadıkları bir gerçekti. Evcil hayvanlar yapay seçmeler sonucunda büyük bir değişikliğe uğruyorlardı: İnsanın aracılığı ile inekler daha çok süt vermeye başlıyor, yarış atları daha hızlı koşuyorlar, koyunlar daha çok yün veriyorlardı. Böyle olgular, seçmenin ne sonuçlar doğurabileceği konusunda Darwin'e en açık kanıtlan sağlıyorlardı. Yetiştiricilerin bir balığı keseli bir hayvana, keseli bir hayvanı bir maymuna dönüştüremeyecekleri açıktır; ama bu gibi büyük değişikliklerin, yerbilimcilerin söylediği sayısız çağlar sonucunda ortaya çıkmaları olağan bir şeydir. Hem birçok durumlarda, atalann ortaklığına kanıtlar da vardır. Taşıllar, geçmiş çağlarda şimdi çok yaygın olan türlerin karışımı hayvanların yaşadıklarını gösteriyorlar; Pterodaktil, örneğin, yarı kuş yarı sürüngendi. Döllenme konusunda çalışan bilginler, gelişme evreleri sırasında, kimi olgunlaşmamış hayvanlarda daha önceki biçimlerin yeniden ortaya çıktıklarını göstermişlerdir; belli bir dönemde, bir memelide, iyice gelişmemiş balık solungaçları göze çarpar; bunlar bütünüyle yararsızdırlar, ancak soyla ilgili tarihsel değişikliklerin başlıca etkenlerinin evrim ile doğal seçme olduğunu göstermek için, türlü yollardan kanıtlar ileri sürüldü.
Darwin'cilik tanrıbilime Copernicus'culuktan geri kalmayan bir tokat oldu. Yalnızca Oluş'ta ileri sürülen ayrı ayrı yaratma eylemlerini, türlerin değişmezliklerini çürütmekle; yaşamın başlangıcından beri, dinsel görüşe taban tabana karşıt, usa sığmaz bir sürenin geçmiş olduğunu söylemekle; Tanrı'nın iyilikseverliği ile açıklanan, canlıların çevreye uyumunu, doğal seçmeye bağlamakla kalmıyor; hepsinden kötüsü, evrimciler insanın daha aşağı hayvan soylarından türediğini savunuyorlardı. Tanrıbilimcilerle öğrenimsiz kimseler, gerçekte kuramın bu noktasına takılıyorlardı. “Darwin insanın maymun soyundan geldiğini söylüyor!” diye bir yaygara koptu dünyada. Bir ara, kendisinin maymuna benzerliğinden dolayı böyle bir şeye inandığı söylendi (oysa benzemiyordu). Çocukken, öğretmenlerimden biri büyük bir ciddiyetle şu sözleri söylemişti bana: “Darwinci olursan acırım sana, bir kimse hem Darwinci hem Hıristiyan olamaz.” Bugün bile Tennessee'de evrim öğretisini yaymak yasalara aykırıdır, çünkü bu öğreti Tanrı Sözü'ne karşıt sayılmaktadır.
Her zaman olduğu gibi tanrıbilimciler, yeni öğretinin doğuracağı sonuçları, bu öğretiyi savunanlardan daha çabuk kavradılar, ileri sürülen kanıtlara inanmakla birlikte dine bağlılıkta direndiler, önceki inançlarını ellerinden geldiğince korumaya çabaladılar. Özellikle on dokuzuncu yüzyılda yeni öğreti, savunucularının düşüncesizliğinden dolayı büyük bir hız gösterdi, bu yüzden, daha bir değişikliğe alışılmadan arkadan öbürü bastırdı. Bir yeniliğin bütün sonuçları bir arada ileri sürülürse, alışkanlıkların tepkisi öyle büyük olur ki bu tepkiyle yeniliğin bütünü birden terslenir; oysa, her on ya da yirmi yılda bir atılacak yeni adımlarla, gelişme yolu boyunca büyük bir direnmeyle karşılaşılmadan, alışkanlıklar yavaş yavaş uyutulabilirdi. On dokuzuncu yüzyılın büyük adamları gerekliği sugötürmez bir devrimi başarıya ulaştırmak istiyorlardı ama, kafaları ya da politikaları yönünden devrimci görünmüyorlardı.
Yenilikçilerin bu yolda davranışları on dokuzuncu yüzyılın önemli bir gelişme çağı olmasına yardım etti.
Tanrıbilimciler yine de neyin olup bittiğini halktan daha iyi biliyorlardı. İnsanların ruhlarının ölümsüz olduğunu, maymunlarda ise böyle bir özelliğin bulunmadığını; İsa'nın maymunları değil insanları kurtarmak için öldüğünü; insanlarda tanrıca bir iyiyi kötüyü ayırt etme duygusu varken, maymunların yalnızca içgüdülerle hareket ettiklerini söylemeye başladılar. İnsanlar kavranamayacak ölçüde uzun süreli bir değişme sonunda maymundan türedilerse, tanrıbilimce önemli olan bu özellikleri ne zaman kazandılar ansızın? I860'ta (The Origin of Species' in çıkışından bir yıl sonra) Bishop Wilberforce Darwin'ciliğe karşı gürleyerek bayrak açtı: “Bu doğal seçme ilkesi bütünüyle Tanrı Sözü'ne aykırıdır.” Ama bütün parlak sözler bir işe yaramadı, Darwin'i başarıyla savunan Huxley bu sözleri herkesin anlayabileceği biçimde çürüttü. Artık kilisenin kızgınlığına kimse aldırmıyordu, Chichester başpapazı bir üniversite vaazında: “İlk anne-babamızın yaradılış tarihini, anlamındaki bütün açıklığa karşın kabul etmeyip, yerine şu modern evrim düşünü koymak isteyenler insanoğlunun kurtuluşu konusundaki bütün düşünceleri çökertmektedirler” diyerek Oxford'u uyarmaya çalıştı; öte yandan. Kutsal Kitap'ın öğretisine bağlı olmamakla birlikte dinsel görüşü destekleyen Cariyle, Darwin için “kirli bir dinin peygamberi” dedi, ama bunların hepsi etkisiz kaldı, hayvan-bitki türlerinin evrimi kısa zamanda biyoloji bilginlerinin de benimsedikleri bir öğreti oldu. Bilim çevreleri dışındaki laik Hıristiyanların tutumuna, Gladstone'un davranışı iyi bir örnektir. Bu özgür önder bütün çabalarına karşın, çağının özgür bir çağ olmasını önleyemedi. 1864'de tanrısal adalete inanmadıklarından dolayı cezalandırılmaları istenen iki din adamıyla ilgili karar, Kral'ın Danışma Kurulu'nun yargıçları tarafından bozulunca, Gladstone öfkelenerek, böyle olursa “Hıristiyanlığa inanmak ya da inanmamak konusunda büyük bir umursamazlık” çıkar ortaya demişti. Darwin'in kuramı ilk basıldığında, yöneticiliğe alışmış bir kimsenin halden anladığıyla: “… evrim diye adlandırılan gerçek ile; Tanrı'nın yaratma işine son verilmiş; dünyayı değişmez yasalar uyarınca yönetmekten uzaklaştırılmıştır.” demişti. Ama Darwin'e özel bir kızgınlığı yoktu. Yavaş yavaş tutumunu değiştirdi, 1877'de Darwin'le görüşmeye bile gitti, bütün görüşme sırasında da durmadan Bulgar zulmünden söz etti. Ayrıldığında Darwin büyük bir saflıkla: “Böyle büyük bir adamın beni görmeye gelmesi ne onur!” diyordu. Gladstone'da Darwin'le ilgili bir izlenim kalıp kalmadığı konusunda ise tarih bir şey söylemiyor.
Günümüzde din, evrim öğretisine göre kendisine çekidüzen vermiş, yeni yeni düşünceler bile sürmüştür ortaya. “Çağlar içinden akıp gelen, büyüyen bir amaç vardır.” Evrim de Tanrı'nın kafasındaki bir düşüncenin çağlar boyunca açılmasıdır. Bütün bunlardan, Hugh Miller'ı uzun uzun uğraştıran, hayvanların, birbirlerine korkunç boynuzlarla, can alıcı iğnelerle işkence ettikleri o çağlarda her şeye yeterli tanrının elini kolunu bağlayıp daha da çetin işkence yollarıyla, gitgide daha artan zorbalığıyla, eninde sonunda insanoğlunun ortaya çıkmasını beklediği anlaşılıyordu. Büyük Yaratıcı neden böyle birtakım işlemlere başvurdu da, doğrudan doğruya gerçekleştirmedi isteğini, bunu söylemiyorlar modern tanrıbilimciler. Bu konudaki şüphelerimizi giderecek çok şey de söylemiyorlar. Alfabeyi öğrendikten sonra, elde ettiği şeyin bunca emeğe değmediğini düşünen bir çocuk gibi duyuyoruz kendimizi ister istemez. Ama bu bir beğeni sorunudur ne de olsa.
Evrim üzerine kurulmuş herhangi bir tanrıbilim öğretisine yöneltilecek daha ağır bir itiraz vardır. Bin sekiz yüz altmış, yetmiş sıralarında, evrimin geçer moda olduğu sıralarda, gelişim, dünyanın bir yasası sayılıyordu. Her yıl daha zengin olmuyor muyduk, azalan vergilere karşın bütçemiz gitgide kabarmıyor muydu? Bizim kurduğumuz düzen dünyaya parmak ısırtan bir düzen, parlamentomuz bütün yabancı aydınların öykündüğü bir örnek değil miydi? Gelişimin hep böyle sürüp gideceğinden şüphe eden var mıydı? Böyle bir dünyada evrim, günlük yaşamın bir genellemesinden başka bir şey değildi sanki.
Ama o zaman bile daha düşünceli olanlar, öbür yanı görebiliyordu. Gelişim sağlayan yasalar çöküşü de hazırlar. Bir gün güneş soğuyacak, yeryüzünde yaşam sona erecektir. Bütün bu hayvanlar, bitkiler tarihi, çok sıcak çağlarla çok soğuk çağlar arasında bir geçiş dönemi olacaktır. Evrensel gelişim yasası olmayacak, yalnız enerji dağılımı yüzünden dünyada hafifçe aşağıya eğimli, yukarı aşağı bir salınma görülecektir. Bugünkü bilimin çok olağan saydığı, bizim umutları kırılmış kuşağımızın da kolayca inanacağı bir sondur bu. Şimdiki bilgimizle kavrayabildiğimiz ölçüde evrimden, iyimser sonuçlara bağlayabileceğimiz bir felsefe çıkarılamaz.
*Bertrand Russell, "Din İle Bilim" çev. Akşit Göktürk, YKY, Nisan 1996
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder