dünya öykü günü'nde borges'ten bir öykü: ulrike*

14 Şub 2017



Hann tehr sverthit Gram ok
leggr i methal theira bert**
Völsunga Saga, 27



Öyküm gerçeğe bağlı kalacak, ya da en azından gerçekle ilgili kişisel anıma, ki bu da aynı şey demektir. Olaylar daha çok yeni, fakat yazınsal geleneklerin araya ikinci derecede ayrıntılar sokarak temel öğeleri vurgulamayı alışkanlık haline getirdiklerini biliyorum. Ulrike (soyadını hiç öğrenemedim ve belki de hiç öğrenemeyeceğim) ile York kentinde karşılaşmamı anlatmak istiyorum. Anlatım bir geceyi ve bir sabahı içerecek.

Onu ilk kez, York Kilisesi’nin Baş Rahibesi’nin yanında, hani şu Cromwell put düşmanlarının her çeşit resimden arındırmak istedikleri vitrayların altında gördüğümü söylemek hiç de zor değil benim için; ama aslında onunla surların öte yanında kalan Northern Inn’in çıkışında tanıştık. Pek kalabalık yoktu, ve arkası bana dönüktü. Biri ona bir kadeh içki verdi ama o istemedi.
– Ben feministim, dedi. Erkeklere öykünmek istemiyorum. Tütünleri de içkileri de hoşuma gitmiyor.
Taşı gediğine oturtmak istiyordu ve bu tümceyi ilk kez söylemediğini anladım. Daha sonra da bunun kişisel özelliklerine uymadığını öğrendim, zaten söylediklerimiz her zaman kendimize uymaz.

Müzeye geç geldiğini, fakat Norveçli olduğunu öğrenince girmesine izin verdiklerini söyledi.

Orada bulunanlardan birisi yorum yaptı:

– Norveçlilerin York’a ilk girişleri değil ya.

– Doğru, dedi kız. İngiltere bizimdi ve biz onu yitirdik, eğer birinin bir şeyi varsa o şey yitip gidebilir.
İşte o zaman ona baktım, Wiliam Blake’in bir dizesi gençkızları yumuşak gümüş ya da öfkeli altın olarak niteler, ama Ulrike’de hem yumuşaklık vardı, hem altınlık. Zayıf, uzun boyluydu. İnce hatları ve gri gözleri vardı. Yüzünden çok, gizemli dingin havası beni etkilemişti. Kolayca gülümsüyordu ve bu gülümseme onu uzaklaştırıyor gibiydi. Siyahlar giyiyordu, çevrenin sönük havasının renklerle canlandırıldığı Kuzey ülkelerinde tuhaf kaçıyordu bu. Akıcı ve anlaşılır bir İngilizce konuşuyordu ve r’leri hafifçe vurgulu söylüyordu. İyi bir gözlemci değilimdir, bunları yavaş yavaş keşfettim.
Bizi tanıştırdılar. Bogota’da, And Üniversitesi’nde profesör olduğumu söyledim ona. Kolombiyalı olduğumu da açıkladım.

– Kolombiyalı olmak ne demek?

– Bilmem ki, diye yanıtladım. Bir inanç biçimi.

– Norveçli olmak gibi birşey, diye vurguladı.

O gece konuştuklarımızdan başka hiçbir şey anımsayamıyorum. Ertesi gün erkenden yemek salonuna indim. Pencereden bakınca kar yağmış olduğunu gördüm; toprak sabahın derinliğinde yitiyordu. Başka kimse yoktu. Ulrike beni masasına çağırdı. Yalnız başına yürümekten hoşlandığını söyledi.

Schopenhauer’in bir nüktesini anımsadım ve: – Ben de, diye yanıtladım. Demek ki ikimiz birlikte çıkabiliriz.

Yumuşak karda yürüyerek evden uzaklaştık. Tarlalarda tek bir canlı yoktu. Irmağın aşağısında, birkaç mil ötede bulunan Thorgate’e gitmeyi önerdim. Ulrike’ye tutulduğumu biliyordum

Biraz sonra yüksek sesle düşünüyormuş gibi konuştu:

– Dün York Minster’de gördüğüm o birkaç basit kılıç, Oslo Müzesi’ndeki büyük büyük gemilerden daha çok coşturdu beni.

Yollarımız ayrılıyordu. O akşam Ulrike Londra’ya gidecekti, ben de Edinburg’a.

– Oxford Street’te, dedi, Londra’nın kalabalığı arasında yitip giden Anna’sını arayan De Quincey’in yolunu izleyeceğim.

– De Quincey onu aramayı bir yana bıraktı, dedim. Bense uzun zamandır aramamı sürdürüyorum.

– Belki de, dedi alçak sesle, bulmuşsundur onu.

Ummadığım bir şeyin bana yasaklanmadığını da anladım, dudaklarından ve gözlerinden öptüm onu. Usulca ama kesin bir biçimde beni itti ve sonra:

– Thorgate otelinde senin olacağım, dedi. Bu arada bana elini sürmemeni istiyorum senden. Böyle olması daha iyi.

Yaşını başını almış bir bekâr için, sunulan bir aşk umut edilmedik bir armağandır. Koşulları belirlemek mucizenin hakkıdır. Popayan’da geçen gençlik yıllarımı ve Ulrike gibi narin ve sarışın fakat aşkımı reddeden Teksaslı kızı düşündüm.

Beni sevip sevmediği gibi bir soru sorma yanılgısına düşmedim. İlk erkeği olmadığımı ve sonuncu da olmayacağımı anlamıştım. Benim için belki de sonuncu olacak olan bu serüven, bu kararlı ve çekici Ibsen öğrencisi için bir sürü serüvenden yalnızca birisi olacaktı.

El ele yürüyorduk.

– Bütün bunlar bir düş gibi, dedim, oysa ben hiç düş görmem.

– O Kral gibi, dedi Ulrike, bir büyücü, bir domuz ahırında uyutuncaya dek hiç düş görmemiş.
Sonra sürdürdü konuşmasını:

– İyi dinle. Bir kuş ötmeye başlayacak.

Biraz sonra kuş cıvıltıları duyduk.

– Buralarda insanlar, ölmek üzere olan bir kişinin geleceği gördüğüne inanırlar,

– Ben de ölmek üzereyim, dedi Ulrike.

Şaşkınlıkla baktım ona.

– Ormandan gidelim, kestirme olur, önerisinde bulundum. Thorgate’e daha çabuk varırız.

– Orman tehlikelidir, dedi.

Tarlalarda yürümemizi sürdürdük.

– Bu an her zaman sürüp gitsin isterdim diye mırıldandım.

– Her zaman sözcüğü insanlara yasaklanmış bir sözcüktür, dedi Ulrike ve ettiği büyük lafı hafifletmek için iyi duymadığını söyleyerek adımı bir daha söylememi istedi benden.

– Javier Otárola, dedim ona.

Adımı yinelemek istedi. Söyleyemedi. Ben de Ulrikke diyerek başarısızlığa uğradım,

– Sana Sigurd diyeceğim, dedi gülümseyerek.

– Eğer ben Sigurd isem sen de Brynhild olacaksın.
Adımlarını yavaşlattı.

– Saga’yı bilir misin? diye sordum.

– Kuşkusuz, dedi. Almanların sonradan Nibelungen diye bozdukları acıklı öykü.

Tartışmak istemedim ve yanıt verdim:
– Brynhild, yatakta, ikimizin arasında bir kılıç olmasını istiyormuş gibi yürüyorsun.
Birden otelin önüne gelmiştik. Öteki otel gibi adının Northern Inn olması beni hiç şaşırtmadı.

Merdivenleri çıkınca Ulrike bağırdı:
–Kurt sesini duydun mu? İngiltere’de kurt kalmadı hiç. Çabuk ol.

Üst kata çıkınca duvarlarda William Morris biçeminde, meyve ve kuş resimleri olan çok koyu kırmızı duvar kâğıtları dikkatimi çekti. Önce Ulrike girdi. Karanlık odanın tavanı alçaktı ve iki yandan eğikti. Umut edilen yatak donuk bir aynaya yansıyordu, parlayan maun bana İncil’deki aynayı anımsattı. Ulrike hemen soyundu. Adımla, Javier diye seslendi. Kar lapa lapa yağıyormuş gibi geldi bana. Artık ne mobilya kalmıştı ne de ayna. İkimizin arasında kılıç yoktu. Zaman kum gibi akıyordu. Yüzlerce yıllık karanlıkta aşk akıp gitti ve ben ilk ve son kez Ulrike’nin görüntüsüne sahip oldum.

Jorge Luis Borges

*“Gram kılıcını aldı ve çıplak olarak ikisinin arasına yerleştirdi."

jorge luis borges . "kum kitabı" . çev. yıldız ersoy canpolat . iletişim yayınları 2014

Share on :

Hiç yorum yok:

 
Copyright © 2015 benhayattayken
Distributed By My Blogger Themes | Design By Herdiansyah Hamzah