avangard ve ötesi*
15 Nis 2006
Avangard teriminin askeri vokabulere ait olduğu iyi bilinir.(1) Bu terim, savaş meydanına öncü olarak giren birlikler için kullanılırdı ve geriden gelen birliklere güvenli yollar açmak, yeni cepheler oluşturmak, düşman tuzaklarını temizlemek ve bu amaçlar için ölümü göze almak, hatta gerekirse ölmek, yani kendi bireysel varlığını cephe gerisindeki bireyler için feda etmek, askerî avangardın tamamlayıcı eylemleriydi.
Bu terim, Saint-Simon tarafından Estetik'e kazandırıldı.
Sanat alanında avangard terimi, mecazi anlamda da olsa orijinal içeriğini korumuştur. Peki, estetik bir avangard olmak için yerine getirilmesi gereken görevler nelerdir? Şöyle sıralanabilir:
-Geleneğin sanatına karşı yürütülen büyük modern mücadelede ön saflarda çarpışmak,
-Sanatta yenilikler meydana getirmek,
-Yeni estetik ideler yaratmak,
-Geleceğin sanatçılarına geleneğin tüm yüklerinden kurtarılmış yeni bir sanatın ve estetiğin yolunu açmak,
-Geleneksel (kurumlaşmış) sanatın zirvelerine tırmanabilme imkanından mahrum bırakılmış kitleleri, kendilerini yurtlarında hissedecekleri yeni yapıtlarla tanıştırmak ve bu uğurda, mecazi olarak, belki fiziksel varoluşunu değil ama, estetik varoluşunu veya sanatçı kimliğini tehlikeye atarak yaygın beğeninin onayıyla kendi idam hükmüne boyun eğmek;
-Fakat bu hükmü onaylarken, nihai zaferin kendi lehine tecelli edeceğine yürekten inanç beslemek, kendi zamanının değilse bile, gelecek çağın ve kuşakların bu yeni sanat anlayışının damgasını taşıyacağının bilinciyle hareket etmek, kısaca, bugün değilse bile yarın sanat ile hayatın zorla koparılmış bağının yeniden kurulabileceği yönündeki devrimci düşünceye tutkuyla sarılmak...
Avangard, demek ki yıkıcıdır, belleği olmayan bir yıkıcılıktır fakat söz konusu olan: Gelenekle birlikte geleneğe ait algılama biçimleri de tahrip edilmeli, dahası unutulmalıdır. Dionyssoscu bir esrime içinde bir deha olarak sanatçı, kitleden farklı, daha doğrusu, onun dışında ve neredeyse üzerinde bir bireysellik içerisinde -ki bu bireysellik nihai olarak narsisizmle tamamına ermeye mahkumdur- (2) yeni formlar icad etmeli, icad ettiklerini daha tam kavranamadan yeniden yıkmalı, tahrip etmeli, bozmalı, ardından sil baştan yapıp yepyeni formlar yaratmalıdır. Ve bu yaratma süreci belirlenimsiz, dehaya özgü bir akıldışılıkla, sezgiyle daha çok, nereye varacağını bilmeden devam etmeli ve her adımda hakikate dair yeni açılımlara mevzi açmalıdır - ki bu hakikat artık özneldir: Deha'ya ait öznel hakikat kitle için nesneldir. (3) Sanatçı bunu, potansiyelinin sınırlarını aşmakta zorlanan, sıkışmış kitlenin kendini açımlaması için yapmalıdır. (4)
Avangard, derin bir memnuniyetsizliğin toplumdaki ifadesidir. İnsanlık olarak geldiğimiz şu nokta, temelde bizlerin varoluşsal bir yabancılaşma sürecinin -bu yabancılaşma insanın kendisine, doğaya ve politik olana karşı yabancılaşmasıdır- bu varoluşu saçmalaştırdığı bir durumu imler. O halde hikaye yeniden yazılmalı, Aydınlanma yeniden ele alınmalıdır.(5)
Özellikle aydınlanma felsefesinin burjuva ön-dayanaklarına karşı bir mücadeledir söz konusu olan. Avrupa avangard hareketleri, burjuva toplumunda sanatın statüsüne bir saldırı olarak tanımlanabilir. "Olumsuzlanan şey insanların hayat praksisinden kopuk bir kurum olarak sanattır." (6)
Sanat, varoluşun temel çatışkılarının tartışıldığı bir arena olmaktan çıkmış, izleyiciyi pasif bir seyreden olmaya mahkum eder bir nitelik kazanmıştır. Bunun sonucu olarak da, konformizm sanatın ruhu olmuştur. Avangardistler, sanatın hayat praksisinden kopukluğunu, burjuva toplumda sanatın baskın karakteristiği olarak görürler. Sanat eserleri bu toplumda, kâr güdüsüyle sermaye birikiminin mantığına daha sistematik bir biçimde tâbî tutulmuştur. Entelektüel kültürün eleştiri potansiyeli, kültür endüstrisinin, bireyin kapitalizme intibakını kolaylaştıran konformist ya da olumlayıcı ürünleri tarafından ortadan kaldırır bir mahiyet kazanmıştır. (7)
Yabancılaştırıcı bir iş sürecinin demoralize edip körleştirdiği burjuva toplumu insanından pek az bir çaba ya da konsantrasyon isteyen olumlayıcı kültür, gerçeklikten bir kaçış sağlamıştır. İleri kapitalizmin özgürlüğü, giderek daha etkili bir biçimde yönetilen bir toplumda, dikkati toplumun manipülasyonundan ve konformizminden uzaklaştırmaya ve dolayısıyla da, bu manipülasyonu ve konformizmi pekiştirmeye yarayan baskıcı hoşgörü olmuştur.
Oysa özgürlük bilinci endişeden ayrılamaz. Burjuva konformist sanatsallığı, insana "belirli hiçbir şey olmayan, toplam olarak olmasa da, varolan her şey olan, 'onlar' gündelikliğinin Varlık türünü dikte eder". (8)
Böylece sanat, özünde olanı, yani insanî özgürleşme talebini inkar etmiş olur: Sanat ütopik içeriğini yitirir. İnsan için özgürlüğünü kabul edip benimsediği takdirde, otantik varoluş imkanı vardır. Özgürlüğünü benimsemediğinde ise, sahici (otantik) olmamaklığa düşer ve Haidegger'in deyişiyle "düşmüşlüğü" yaşar. Düşmüşlük, gündelik olanda, şimdide ve onlara uyma hali içinde kendini yitirmedir. (9)
Avangardist hareket, kapitalizme sanat alanında açılan bir cephe olarak yola çıkmıştır. Malevich'in işaret ettiği gibi, sanatsal düzeyde burjuva toplumsal ilişkilerinin estetik avangardlar tarafından reddi ile politik düzeyde devrimci avangardlar tarafından reddi arasında çok sıkı bağlar var gibidir. (10)
Avangard sanatın devrimciliği, burjuva toplumu insanı varoluşunun yabancılaşma mecrasını bir sona erdirme, insanı kendisiyle buluşturma girişimidir. Bunu yaparken politik angajmanlara girmesi kaçınılmaz olmuştur. Yabancılaşma, Marks'tan itibaren politik bir mücadelenin kavramı olarak benimsenmiştir çünkü: "Emeğin ürettiği nesne, emeğin kendi ürünü, onun karşısına yabancı bir varlık olarak, üreticiden bağımsız bir güç olarak ortaya çıkar... Emeğin edimselleşmesi onun nesnelleşmesidir. Emeğin bu edimselleşmesi ulusal-ekonomik durumda emekçinin edimselliğinin yitişi olarak, nesnelleşen nesnenin yitişi ve köleliği olarak ve edinim yabancılaşma olarak, vazgeçme olarak görünür." (11)
Emeğin kapitalist örgütlenişi, "ölü maddenin insanlar üzerindeki egemenliğine" götürmektedir. Demek ki insanı şeyleştiren bu düzenin görünümleri kendini en çok felsefe ve sanatta göstermektedir ve o halde bu yabancılaşmayı gizleyen her ne varsa bunlarla topyekün bir mücadele içine girilmelidir ve bu sadece sanatla yapılabilecek bir şey değildir: Sanat yaşamın bütünselliği içinde bu bütünselliğin tamamlayıcı bir unsuru olarak insan olma halinin görüngülerinden biridir. Bir politik hayvan olan insanın hikayesi olarak sanat da politik olmak zorundadır.
Avangard, yirminci yüzyılda Avrupa insanının geldiği trajik noktaya bir itiraz olarak ortaya çıkmış, kübizm, fütürizm, sürrealizm, ekspresyonizm, fovizm, fonksiyonalizm, tonsuzluk, dizileştirme, bilinç akışı gibi ifade biçimleriyle yüzyıla damgasını koymuş, fakat artık tükenmiştir.
Tükenmiştir çünkü her ne kadar burjuva değerlere radikal bir karşı çıkış olarak kendisini belirlese de, tutkuyla sarıldığı yenilikçilik, devrimcilik, elitisizm, bohemizm gibi değerler aslında yeni değildi ve onların nefret ettikleri burjuva hayat praksisinin filistinizmiyle* ortak paydaları oluşturuyorlardı. Fakat ortada avangardların burjuvaziye karşı yürüttükleri, görmezlikten gelinemeyecek bir mücadele vardı ve avangardizmin paradoksal yapısını da bu oluşturuyordu. Avangard olan, bir yandan kapitalizmin ulaştığı son noktanın yarattığı dünyaya bir itirazken, aynı zamanda bu dünyayı yaratan modernist paradigmaları aynen benimsemişti: Avangardlar, hümanistti, tarihsiciydi**; yeni bir toplum, gelenekten kopuş, devrimcilik, yaratıcılık gibi modern sanatın temel iddialarına sıkı sıkıya sarılmışlardı.
50'li yıllardan itibaren modernizmin sonuçları üzerine yapılmaya başlanan tartışma, özellikle hümanizmin reddiyle ve dolayısıyla, özne, iktidar, üst anlatılar, ilerleme vb. kavramlar dolayımında kendini yapan modernist metafiziğe olan inancın sarsılmasıyla sonuçlandı. (12)
Öznenin hümanizm içerisindeki imtiyazlı, felsefi ve politik statüsünün radikal bir biçimde sorgulanmasıyla birlikte, Aydınlanma'nın, insan aklının hakikat, iyilik ve adaletin biricik ve yeterli yargıcı olduğuna dair paradigmatik tespitine olan inanç geçerli bir argüman olmaktan çıkarıldı. Hegel'in tarihsel ben'i, Marks'ın sınıf ben'i, Freud'un bilinçaltı kavramıyla tartışmalı hale getirdiği bilinçli ben'i, post-modern filozoflar tarafından kullanışsız kavramlar olarak ilan edildi. Nietziche Tanrı'nın ölümünü ilan etmişti. Şimdi sıra, özerk bir varoluş olarak özne'nin ölümünü ilan etmeye gelmişti.
Özne anonim bir metindi. Özne herşeydi, demek ki hiçbir şeydi. Özne'nin ölümü, hayatın telos'una ilişkin modernist umudun yok edilmesi demekti de: Anlam yoktu, varoluşumuzun belli bir amacı yoktu, politik anlamda bir ilerleme sözkonusu değildi, demek ki tarih de yoktu. Özne sadece, anlama ve dilin, başka bir şeye indirgenemez olan, özneler arasında var olabilirdi. Anlama "bir nesnenin üstünde ve karşısındaki insanın öznel bir işlemi olarak değil, fakat insanın kendisi olma tarzı" olmaktan başka bir şey değildi.
Postmodern denilen dönemde sanatın kendi sınırları dışında tarihte eşi görülmedik bir şiddetle savruluşun yol açtığı ifade yetmezliği içerisinde Bürger'in "tarihsel avangard" diye adlandırmak zorunda kaldığı yüzyıl başı avandgardizmi bile, kübist, konstrüktivist, süprematist, fütürist, sürrealist ya da hangi formda olursa olsun, tüm bireyciliğine, tüm öznelciliğine, tüm gelenek tahripkarlığına karşın hakikat sorununa bütünüyle kayıtsız kalmamıştı. Sanatın avangard sonrası post modern gelişimi, sanat olarak kabul edilen şeyin sınırlarını belirsizleştirmekle, hakikat sorununa da "ne olsa gider"in (anything goes) unutturucu atmosferine teslim etmektedir. Artık sanattan sual olunmaz, yeter ki Adorno'nun "hakikat içeriği" dediği şeyi hiç akla getirmeden, Lyotard'ın dediği gibi "adın onuru kurtarılsın"; yeter ki içeriğinin ve anlamının sınırlarına ilişkin kesin bir hafıza yitimiyle bir şey (ya da herşey) sanat diye adlandırılsın. (13)
Postmodern sanatla birlikte hakikat karşısında tam bir ilgisizlik devreye girdi. Modern sanatın tüm iddiaları bir kenara bırakıldı ve sanat neredeyse göstergeler arası bir oyuna indirgendi. Sanatla hakikatin yollarının ayrılması sürecinin (14) mantıksal doruk noktasına da böylece varılmış oldu ki bu süreç aslında kendileri her ne kadar itiraf edemeseler de ta Kant estetiğiyle ve arkasından avangardlarca başlatılmıştı. Avandgard'ın artık bir sanat ideolojisi olarak geçerliliğini yitirişi, paradoksal olarak, Avangard'ın bağrından çıkmış, o olmasaydı belki kendisi de olmayacak olan postmodern tarafından mümkün kılındı.
Fakat gelinen noktada avandgardizmin temel iddialarına karşı kayıtsız duran postmodernizm, yenilik duygusu ile ilgili olarak yaşadığı krizi yine avandgard'a başvurarak -ama sadece eklektik bir tarzda- yeniden ele geçirmeye çalışmaktadır: Postmodern tarafından ideolojik tüm içeriği boşaltılan avandgardizm, nostaljik bir "malzeme" olarak kullanılmaya başlanmış, bu da aslında avangardizmin ölümünün son bir teyidi olmuştur. (15)
Dipnotlar
*Filistinizm: Rahatına düşkün dar kafalılık. Lenin aynı anlamda olarak Bizanscılık deyimini de kullanmaktadır.
**Tarihsicilik (Historism): Amacı, tarihi bir bütün olarak kendi yasallığı içinde kavramak olan spekülatif tarih anlayışı. Hegel'in idealist tarih anlayışı, Marks'ın tarihsel maddeciliği tarihsici yaklaşımlara örnek olarak gösterilebilir. Tarihsiler, gelişmeyle ilgili genel geçer yasalara inanırlar. Onlara göre tarihte bir bütünlük, tek anlamlılık, ve genel geçerlilik vardır.
---------------------------------------------
*bu yazı büyük ölçüde estetik'in kısa tarihi (hakkı ünler, paradigma y. 1998, istanbul) adlı güzel kitaptan hareket edilerek kotarılmıştır.
(1) Hakkı Ünler, Estetik'in Kısa Tarihi, s.304, Paradigma Yayınları, 1998, İstanbul
(2) Avangardların devrimci bireycilik iddialarının sonunda dönüp dolaşıp narsistik bireyciliğe dönüşmesi kaçınılmaz olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri'nde yaptığı bir konuşmaya hiç çekinmeden "Kendim Hakkında" başlığını veren Marcel Duchamp ile "Bu Günün Müziği Hakkında Düşünceler" adlı eserine bir önsöz olarak "Kendimden Kendime" başlıklı bir oto-röportaj yayınlamakta tereddüt etmeyen Pierre Boulez'e, Dali eklenebilir.
(3) Nietziche'ye göre sanat, Dionysiak'ın kaotik, çılgın ve yıkıcı gücünün değişime uğramış bir ifadesi olarak anlaşılabilir. Avangard sanatçılarla Nietziche'nin bir filozof olarak avangardlığı arasındaki örtüşme dikkat çekicidir. Öyle ki avangardların bohemliği Nietziche tarafından alkışlanan bir Dionyssos'variliği anımsatmaktadır.
(4) Bir avangard olarak sanatçının görevi, Kandinsky'e göre, olgunlaşmamış kitlenin "sıkışıp kalmış yük arabasının ileriye doğru hareket etmesini sağlamaktır".
(5) 19. yüzyıldan itibaren modernizmle paradoksal bir ilişki içinde olan bu "saçma" hissi, avangard filozoflar tarafından ele alınan temel sorunsallardan olmuştur. Özellikle Marks, Nietziche, Freud, Kierkegaard, Haidegger ve Sartre bu bağlam içerisine yerleştirilebilir.
(6) Hakkı Ünler, Estetik'in Kısa Tarihi, s.312, Paradigma Yayınları, İst., 1998
(7) Adorno'ya burjuva konformizminin bir ürünü olarak sanat, veya kitle kültürü de diyebiliriz. İnsanları ne anlayabildikleri ne de denetleyebildikleri bir toplumsal sistemle barıştırarak, kaderciliği ve kısa vadeli pragmatizmi pekiştirir: "Toplumsal sistem, bireylerden çoğunun irade ve çıkarlarından bağımsız 'kaderi' olduğu ölçüde, bireylerin kendilerinin de pay almayı ümit ettikleri daha yüksek derecede saygınlık ve haklı kılınışı bu şekilde elde etmek için, yıldızlara yansıtır. (astrolojiden bahsediyor) Aynı anda, yıldızların, kişi onları yorumladığı taktirde, bazı nasihatler verdiği düşüncesi, toplumsal süreçlerin acımasızlığına ilişkin, yıldızlara bakan kimsenin kendisinin yarattığı korkuyu hafifletir." Adorno, "Culture Industry Reconsidered", (The Culture İndustry, s.85; David West), Kıta Avrupası Felsefesine Girişs.96'dan (Paradigma Yayınları, İstanbul, 1996) alıntı.
(8) "Onlar (insanlar) haz aldığı için haz alır ve keyfimize bakarız; biz onlar anladığı ve hüküm verdiği için okuruz, edebiyattan anlar ve sanat hakkında hüküm veririz; aynı şekilde onlar ürktüğü için, biz de 'büyük kitle'den ürkeriz; onların utanç verici bulduklarını, biz de utanç verici buluruz. Belirli hiçbir şey olmayan, toplam olarak olmasa da, varolan herşey olan, 'onlar', gündelikliğin varlık türünü dikte eder." (Heidegger, Being and Time, s.164), Halil Yardımlı, Heidegger'de Zaman Problemi, s. 56'dan (Paradoks Yayınları, Ankara, 1987) alıntı.
(9) Özellikle Marks ve arkasından Nietziche'yle birlikte başlayan burjuva toplumunun hayatını alımlama biçimine dair eleştirilerin yarattığı entelektüel atmosferin avangard sanatçılar üzerinde yaptığı şiddetli etki çok güçlü olmuştur. Konuya dair daha kapsamlı bir okuma için Erhan Baş, Avangardizmin İdeolojik Arka Planı, Fenolope dergisi, sayı 5
(10) "Kübizm ve futurism, 1917'nin politik ve ekonomik hayatındaki devrimi önceden haber veren sanattaki devrimci formlardı." Hakkı Ünler, adı geçen eser, s.313
(11) Herbert Marcuse, Us ve Devrim, s.224, İdea Yayınları, İstanbul, 1989
(12) Hakkı Ünler, a.g.e, s. 290
(13) Lyotard, Postmodern Durum, s. 45, İstanbul, 1990
(14) Örneğin postmodernist sinemanın önde gelen yönetmenleri arasında anılan David Lynch, kendisine Blue Velvet (Mavi Kadife) adlı filminin anlamı sorulduğunda şöyle cevap vermektedir: "Benim ne söyleyeceğim farketmez. Bu, bir herifi 400 yıl ölü yattıktan sonra mezarından çıkarmaya ve ona kitabı hakkında sorular sormaya benziyor. Onun kitabı işte orada durmaktadır ve onun kitap hakkında ne söyleyeceği kitabı değiştirmemektedir. Sanırım eğer gerçekten dürüst olma olanağınız varsa, o zaman kitap farklı düzeylerde azar azar anlaşılabilir."
(15) "Şu halde, 1970'lerin son döneminin bu yüzyılın avangardından çarpıcı büyülenişini nasıl açıklarız? Postmodenizmin çağında Dada'nın, konsrüktivizmin, futurizmin, sürrealizmin ve Weimar Cumhuriyeti'nin Yeni Nesnellik'inin bu kuvvetli geri dönüşünün anlamı nedir? Fransa'da, Almanya'da, İngiltere'de ve Birleşik Devletler'de klasik avangard sergiler büyük kültürel olaylara dönüştürüldü... Tüm bunlar, klasik avangardın yaratıcı güçlerini tükettiğinden hemen hiç kuşku duyulmadığı bir zamanda oldu. (...) Yoksa biz yirminci yüzyılın 'iyi yıllar'ına duyulan nostalji ile mi ilgilenmekteyiz? Ve bu eğer nostalji ise, zamanımızda kültürel kaynakların ve yaratıcılığın bir tükenişine mi işaret ediyor, yoksa çağdaş kültür içerisinde bir yeniden canlanma vaadinde mi bulunuyor? Hepsinden önemlisi bunlar içinde postmodernizmin yeri nedir?" Huyssen'den alıntı, Hakkı Ünler, a.g.e., s.343,
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder