1886 4 mayıs'ında haymarket'ta neler oldu?*

24 Ağu 2012


1880’lerin başlarına gelindiğinde, Chicago ABD’deki en radikal şehirdi. Buradaki işçi hareketi, Sosyalist Emek Partisi’nin lokallerinde, Illinois İşçi Erkekler Partisi’nde, Uluslararası Emekçi Halkın Derneği’nde ve rakip olsa da örtüşen işçi sendikası “merkezleri” şebekesinde örgütlenen sosyalistlerin, anarşistlerin ve sendikaların çekişmeli koalisyonundaydı. Merkezi Emek Birliği, anarşist eğilimli Toplumsal Devrimcileri, radikal bohemleri ve Almanları çekiyordu; Emek Şövalyeleri, İrlandalı ve Anglo-Amerikan işçileri; Meslek ve Emek Meclisi ise siyasi hareketten hazzeden yabancı menşeli ve yerli sosyalistleri birleştirmişti. Hepsi, sonradan kıta boyunca günlük çalışma saatlerini azaltmak üzere bir mücadele biçiminde başlatılacak olan Sekiz Saat Birliği’nde kendilerine bir yer buldular. Muhtelif eğilimleri ayıran ideolojik, etnik, mesleki ve programa ilişkin yarıştan çok şey çıkarılabilirdi. Ancak bu uyuşmazlıklar somut, zaman zaman takatten düşürücü olmuş olsa da Chicago işçi hareketinin her sektörüne temas edip, başka herhangi bir metropol merkezinde emsali görülmemi devrimci bir hararet katan, genele yayılmış radikalizm atmosferini tamamen yok etmekte asla başarılı olamadı.

Daha 1879’da, Paris Komünü için Chicago’da bir yıldönümü kut­lamasıyla, göl kenarındaki devasa fuar binasını kırk bine yakın bir kalabalık doldurmuştu. Düşman bir muhabir, böyle dev bir izdihamın nasıl toplandığını Tribüne okurlarına şöyle izah etmişti:

Beşinci Semtin varoşlarını sıyır, Altıncı ve Yedinci semtlerdeki bohem sos­yalist gecekondularını boşalt, Onuncu ve Ondördüncü semtlerin İskan­dinav batakhanelerini tara, Halsted, Desplaines, Pacific Bulvarı ve Clark Caddesinin seçme hırsızlarım ayır, kadın ahlaksızlığının en beter numu­nelerini Dördüncü Bulvar, Jackson Caddesi, Clark Caddesi, State Caddesi ve bilinen diğer uğrak yerlerinden topla, şehrin üç bölgesindeki bütün kızıl kafalı, şaşı ve şapşal hizmetçi kızları da aralara serpiştir; işte bunların hep­sini bir araya toplarsan, dün geceki topluluğu oluşturan kalabalık hakkında bayağı iyi bir fikir edinmiş olursun.

Bu, tehlikeli sınıfların bilhassa kin dolu bir yorumuydu; yerlileri üstün tutan gareziyle Amerikancı, Chicago’nun sosyalist camiasının aşırı devrimcileri arasında kadınların olmasından iğrenmesiyle kadın düşmanıydı. Basın “Komünistlerin Büyük Cümbüşü” manşeti altında, sosyalistlerin “fahişeler”, “kudurmuş kitle yönetimi yandaşları [moboc- rat]”, “av arayan ahlaksızlar”, “kültürsüz köylüler”, “kenar mahallelerin süprüntüleri” olduğuna dair nutuk çekiyordu. Saygın toplum, etnik gettoların pansiyonlarında, devrimciliğin bir araya sokulmuş kitleleri­nin kaos ve yıkıma dair öldürücü öğretilerini doğuruşunu görmüştü. Kadınların bu onur kırıcı karanlığın içerisinde başları dik olmaları, otoriteyi hayrete düşürüyordu. 1886’da Haymarket’in bombalanma­sının akabinde, anarşist çevreyi soruşturan yüzbaşı Michael Schaack, Toplumsal Devrimcilerin yürüyüş ve gösterilerinde önde gidenin bir “Kızıl Kız Kardeşlik” olmasıyla sarsılmıştı; pankart ve bebek taşıyan bu kadınlara olsa olsa, “deliler [...] jüpon giymiş mahlukatlar [...] bulup bulunabilecek en gudubet görünüşlü dişiler” denebilirdi. 1880’lere gelindiğinde, baştan beri suçlu sayılan tehlikeli sınıflar, saygın toplum tarafından şeytanlaştırılıyordu.

Chicago devrimcileri bu iyiliğin karşılığını zevkle ödediler. Toplumsal dö­nüşüm davası uğruna indirecekleri darbeler için, her fırsatı dikkate değer bir şevkle değerlendirdiler; ayrıca burjuva standartlarını, kadın eşitliği ve işçi sınıfının silahlanması kadar tesirli şekilde alaya alan mesele olmamıştı. Bir 4 Temmuz yürüyüşünde örneğin “alev kırmızısı bereler, kol bağlan, ku­şaklar, eşarplarla göz alan parlak kostümler içerisinde, Sosyalist Amazon­lardan bir ekip” başı çekmişti. İşçi Kadınlar Birliği geçit arabasını pembe ve beyaz kumaşlarla ve kurdelelerle donatmış, şöyle diyen bir afişle süslemiş­ti: “KADIN MÎLLET MECLİSİNE KABUL EDİLDİĞİNDE SAVAŞ SONA ERECEK; ÇÜNKÜ KADIN İNSAN HAYATININ DEĞERİNİ ERKEKTEN İYİ BİLİR.” Beraberinde bu temayı ironik maksatla pekiştiren, meşinden bir top ve üstü güllelerle istiflenmiş bir top arabasının etrafında bir grup adamın olduğu bir tableau vivant [canlı resim] da vardı. Sahneye koyulan, yakında çıkacak bir komünist ayaklanmasına dair söylentileri yayan yerle­şik gazeteleri hicveden bu burlesk, aynı zamanda, silahların izinsiz sergilen­mesini yasaklayacak bir askeri yasa önergesini hedef alıyordu. Mavi bluzlar, kırmızı eşarplar ve kasten tuhaf, büyük boy, koni biçiminde kırmızı şapka­lar içerisinde yürüyen milisler, tahtadan devasa altıpatlar taklitleri ve uzun uzun boyalı hançerlerle gösteriş yapıp, düşman sınıfa “KİM KORKUYOR? ÇÜNKÜ BİZ KORKMUYORUZ!” sloganıyla sataşıyordu. Hoyrat nükteler­le otoritenin hicvedilişini ve elitin ayrıcalıklarının aşındırılmasını seyreden kalabalıklar, gülüşmelerle dalgalanıyordu. Ne var ki bu gibi küstahça alaycı gösteriler, boş jestlerden ibaret değildi. Bohemian Sharpshooters [Bohem Keskin Nişancılar], Irish Labour Guards [İrlandalı Emek Bekçileri] ve diğer savunma loncaları, çoğu kez askeri tören alayı şeklinde dizilir, silahlarını omuzlar ve “Marseillaise” ezgisine ayak uydurarak yürürlerdi. Toplumsal Devrimciler, aleyhtarlarını, sonu gelmeyen abartılarıyla haşlardı. Bir bil­diride, işçiler dev bir protestoya çağrılmış, törenler ve vaazlardan sonra “Varlık Kralının rahiplerine ve memurlarına” düğün sonrası teneke tıngır­tısı misali bir “serenat” sunulacağı vaat edilmişti. Hareket, daha şimdiden geçmişinin hissini taşımaya başlamıştı: ‘“48 ve ’7I’in karanlık günlerinde Fransız ve Alman komünistlerinin bütün istediği” diye ilan ediyordu bir konuşmacı, “işçi sınıflarının, yani kitlelerin kendi endüstri ve hünerleriyle yarattığı medeniyete iştirak edecekleri, kendi kendini yöneten bir cumhuri­yet kurmaktı.” Konuşmanın son notu son derece dobraydı: “Emeği iktidara getirmeye niyetliyiz.”

O zamanlar Chicago, tehlikeliydi ve emekçi sınıfların en uç tahayyü­lüne başka herhangi bir yerden daha fazla örnek teşkil ediyor ve devrim politikasıyla, burjuvanın husumetini çekiyordu. 1880’lerin ortalarında ekonomik koşullar daha beter hale geldiğinde, yoksullaşan ve çoğu işsiz kalan devrimciler, Chicago’da merhametsiz baskı konusunda, haklı bir şöhrete sahip yerel polis kuvvetiyle daha da ağırlaşan, dibe doğru sarmallaşan bir maddi sıkıntı havasına girmişlerdi. Meşhur Şef “Black Jack” Bonfield, kibar çevrelerde bile sadist bir hayvan olarak tanınırdı. 1885’te demiryolu işçilerinin sokak grevini bastırışı, 1886 olaylarından Haymarket Meydam’na kadarki vahşi ve kontrolsüz hareketlerinin yalnızca başlangıcıydı. Grev üstüne grev; örgütlenmiş işçileri geri çekil­meye mecbur etmek için devletin kaynaklarından (yerel polis teşkilatı, milisler ve federal güçlerden), grev kırıcılardan, özel Pinkerton dedek­tifleriyle işveren örgütü kara listelerinden ve lokavttan faydalanan güçlü patronlarla, muhtaç işçileri kapıştırıyordu.


Yerel işçi hareketinde yer alanların çoğu; sosyalist erkek, kadın ve çocuk işçilerin, zayıf bir polis kuvvetiyle, milisler ve süvarilerin birleş­miş güçlerini, ayrıca tüccarların önderlik ettiği -ihtiyatçılık[4] için örtmeceler olan- “emekliler topluluğu” ile “vatandaş devriyesi”ni, şehrin elit tabakası adına ortaya salan Temmuz öfkesiyle sokaklara döküldük­leri ve fabrikalara girdikleri, şiddet dolu 1877 olaylarını dehşetle anım­sıyorlardı. O çatışmada otuz erkek işçi ölmüş, iki yüzü ise yaralanmıştı. 1884’te ise Chicago’nun önde gelen devrimcilerinden Augusf Spies yeğenini bir polis kurşunu yüzünden kaybetti; akşam sokakta sarhoş bir arkadaşını İrlandalı bir polis tarafından tutuklanmaktan korumaya çalışırken vurulmuştu. 1886’mn 1 Mayıs’ı yaklaşırken, bunların hiçbiri daha unutulmamıştı. Sosyalist siyasi hareketin potansiyeli giderek daha da cüzi görünür olmuştu, aşırı devrimci retoriğin cazibesi dosdoğruluğu sayesinde gittikçe daha tesirli ve çekici hale gelmişti. Sosyalist Emek Partisi 1886’da yüz üyeye düşmüş, halbuki Uluslararası Emekçi İnsanlar Derneği’nin ağırlıklı olarak Almanların oluşturduğu Chicago kollarındaki Toplumsal Devrimciler, Pittsburgh’de Most’u Amerika’ya çeken 1883 tarihli başarılı bir kongreyle yükselip, sayılarım neredeyse üç bine çıkarmışlardı. Bu aşırı sol bilhassa, Spies’ın öncülük ettiği, ne zamandır varolan Alman ve Bohemyalı radikaller ve başlarını Albert ve Lucy Parsons’m çektiği, İngilizce konuşan devrimciler arasında kuv­vetliydi.29 Chicago’daki anarko-komünist hareket yetenekli liderlere, adanmış saflara ve ülkenin en faal sol kanat basınına sahipti. Tehlikeli sınıflar artık hakikaten tehlikeli hale geliyordu. Alarm anarşist bir dergi isminden çok daha fazlasıydı.

Sınıf ilişkileri 1886’nm bu gergin havasında daha da kutuplaşırken ve yüz binlerce Kuzey Amerikalı işçi, sekiz saatlik işgünü için 1 Mayıs’ta greve gitmeyi planlarken Toplumsal Devrimciler, işçi sınıfını silahla kendini savunmaya kışkırtıyor, zorluyorlardı. 1885’e kadar, Johann Most’un dinamit kültü bazı semtlerin köklerine derinden yerleşmişti:

Dinamit bugün, dinamit bugün,
Most söyleyecek bize nasılını, neredesini
Her şeyi söylüyor Freiheif ta
Ve mücadeleyi anlatan güzel küçük kitabında.

Başlangıçta sekiz saatlik işgünü talebinin reformcu esasını hor gören devrimciler, Kuzey Amerika’nın işçi kitleleri daha kısa işgünü sancağı altında toplanırken, konumlarını yeniden gözden geçirdiler. Anarko-komünist dergiler, sınıf intikamı hiddetiyle patlıyordu; en popüleri Lucy Parsons’m To Tramps, the Unemployed, the Disinherited and Miserable’ı olan yüz binlerce bildiri, kitap ve broşür satılıyordu. Hakikaten de, Alarm'ı yayıma hazırlayan, geçitlerde yürüyen, bir sürü platformda konuşan Albert ve Lucy Parsons, Toplumsal Devrimci camiasında merkezi figürlerdi. Sekiz saat ajitasyonuna, şaşırtıcı bir kolaylıkla karışmışlardı.

Hem güney doğumlu, müşkülpesent ve açık ifadeli Parsons hem onun yarı Amerikan yerlisi, yarı Afro-Amerikalı olan güzel, hayat dolu karısı, varolan düzenin şiddetle yıkılmasının taviz vermeyen savu­nucuları olarak, iş saatleri meselesinin çok ötesindeydiler. Tribüne, Lucy’nin “bütün pis, bitli ayaktakımı bir altıpatlar ya da bıçak kuşanıp, zenginlerin saraylarının merdivenlerinde pusuya yatarak, sahiplerini dışarıya çıkarlarken bıçakla[malı] ya da vur [malıdır]. Onları mer­hamet etmeden öldürelim, hem bu bir yok etme savaşı olsun ve hiç acımayalım. Zenginlerin yaşadığı bulvarları viraneye çevirelim, tıpkı Sheridan’ın güzel Shenandoah Vadisi’ne yaptığı gibi” dediğini yazı­yordu. Belki gazete bu tembihi siyasi maksatlarla abartmiştı ama Lucy Parsons’ın, orduları bozguna uğratmak ve hükümetleri devirmek için dinamitten faydalanılabileceğini yazdığı Labor Enquirer’d&n yanlış aktarılmış olması pek muhtemel değildi. “Eğer bazı tiranların ortadan kalkması gerekiyorsa; ne kadar fazla gaddar ölürse ve ne kadar azı hayatta kalırsa, dünya o kadar özgür bir yer olacağına göre, dinamite bir lütuf gözüyle bakılmalıdır.” Albert’ın ağzından da bal damlıyor değildi. Chicago Ticaret Odası’nm yeni binasının açılışını protesto etmek amacıyla düzenlenen bir gece mitinginde, fakirin etiyle beslenen “vampirler ve parazitler’e saldırmış; yönetici sınıfın kanını isteyen kalabalığın tezahürat ve çığlıklarını toplamıştı. Etkili hitabetiyle haklı olarak ünlenen Parsons, yeni fınans binasının her taşının “emeğin eti ve kanından oyulmuş ve meşakkatli işlerin kadınları ve çocuklarının ter ve gözyaşlarıyla sıvanmış” olduğunu ilan ediyordu. Bu zulme son vermek için “herkes aldıkları ücretlerin bir kısmını kenara koymalı, Colt’tan bir donanma altıpatları [Tezahüratlar ve ‘İşte istediğimiz bu/”], bir Winchester tüfeği [‘Bir de 10 libre dinamit-kendimiz yaparız!’] satın almalı ve dinamit nasıl yapılır ve kullanılır öğrenmeli [Tezahüratlar ve ‘Vive la Commune’ çığlıkları.]” Basının ana akımı afallamıştı; Chicago Tribüne şöyle haykırıyordu: “Geceleyin, hem de kendilerine iş veren binaların gölgesinde, siyah ve kırmızı bayraklarıyla gösteri yapıyor ve bina sahiplerinin hayatlarını tehdit ediyor ve yapmaları için para aldık­ları binaları dinamitle yıkmakla gözdağı veriyorlar!”

1886’nın ilkbaharında işçi sınıfı isyanı patlayacak gibiyken kendi­lerini kitle hareketinin içine atan devrimciler arasında Parsons, Spies, Adolph Fischer, George Engel, Michael Schwab, Samuel Fielden, Oscar Neebe ve Louis Lingg vardı ki bu devrimcilerin hepsi, çok geçmeden suçlanacaktı. 1886 1 Mayıs'ı, kırk bin Chicagolu işçinin grevine sahne oldu; Cumartesileri kıvançlı bir şenlik havasında geçti; en eski 1 Mayıs gösterisi diyebileceğimiz yürüyüşe seksen bin kişi katıldı; kafilede başı, Albert ve Lucy Parsons ve onların iki çocuğu çekiyordu. Şehir felaket öncesi sessizliğine, “Sebt Günü’nü andıran bir görüntü’ye bürünür­ken, Spies ve yoldaşları ayaklanan proletaryayı tarihi emellerine, nail olmaları için teşvik ediyordu. “Cesaretle ileriye! Çatışma başladı [...] Korkaklar arkaya! [... ] Ok yaydan çıktı [... ] ŞİMDÎ YA DA ASLA” diye ilan etmişti bildiriler ve anarşist basın. Burjuva basınıysa, “Dağlayın köpekleri” diye yanıt vermişti. Polis, Pinkertonlar ve vekâlet verilmiş siviller, kafilenin yolu boyunca damların tepelerine dizilmiş, elleriyle dolu tüfeklerini kavramışlardı. Şehrin cephaneliğinde müdahale etmek için vaziyet almışlardı, Gatling silahları savaşa hazırdı. Chicago Mail, özellikle Parsons ve Spies’ı gözüne kestirmişti: “Bugün için onları mim­leyin. Gözden kaçırmayın. Doğabilecek her sıkıntıdan, şahsen onları sorumlu tutun. Eğer sıkıntı olmuşsa onları ibretlik hale getirin.” Parsons ise yürüyüşe öncülük ettikten neredeyse hemen sonra Chicago’dan ayrılarak, Cincinnati’deki grevcilere seslenmek üzere yola çıkmıştı.O gün tatsız hiçbir şey olmamış ve sekiz saatlik işgünü uğruna verilen savaşın mühim başlangıcı, akşam Meslek ve Emek Meclisi’nin himayesi altında düzenlenen fevkalade başarılı bir baloyla tamamlanmıştı.

3 Mayıs Pazartesi günü, grev ve protestolar hiç de değişken görün­meyen bir havada devam etti. Ancak öğleden sonra işler kötüleşti. Cyrus H. McCormick’in tarım araç gereçleri fabrikasının, polisin ve Pinkerton şiddetinin kızıştırdığı acı bir emek-sermaye çatışması geçmişi vardı. Şirketin işçileri, neredeyse on yıl boyunca, fabrikaya McCormick Kalesi adını kazandıran çatışmalara, grevlere, lokavtlara, grev kırıcılarına saldırılara, çalışanları işlerinden edecek teknolojilere direnişe ve grev hattının vahşiliklerine karışmıştı. 1 Mayıs olaylarından haftalar önce fabrika, tipik bir çatışmaya sahne oldu. Sendika faali­yetleriyle meşgul olan işçilerin işten çıkarılmasıyla birlikte, idare ile işçiler arasında müzakereler durdu; şirket tüm çalışanlarını fabrikadan lokavtla uzaklaştırıp yerlerine grev kırıcıları işe aldı. Arkasından, çoğu­na Parsons, Spies ve Schwab gibi önde gelen anarşistlerin hitap ettiği protesto mitingleri geldi. 3 Mayıs’ta Spies, McCormick’in fabrikasının aşağı caddesinde, grevde olan binlerce kereste işçisinin oluşturduğu topluluğa seslendi. Yaptığı ılımlı konuşmayı neticeye bağladığında, biçerdöver fabrikasında işgününün bitiş zili çaldı ve yüzlerce işçi, lokavta maruz bırakılan çalışanları desteklemek ve grev kırıcıları sıkıştırmak için sürü halinde fabrikaya doğru ilerledi. August Spies alelacele, polis devriye arabalarının gelişiyle alevlenen olay mahalline doğru gitti. Grevciler ve destekçileri, mücadeleyi grev kırıcıları sözle ikna etmekten fiziksel gözdağına dönüştürerek grev kırıcıları, fabrikaya geri dönmeye zorladılar. Binaya taşlar yağıyor, camlar kırılıyordu; polis de aynı muameleyle selamlanmıştı. Buna karşılık onlar da kalabalığa altıpatlarlarla ateş açıp silahsız işçi erkekleri dövdüler, birçoğunu yara­ladılar, ikisini ise öldürdüler.

Kalabalık kaçışırken, Spies kereste işçileri topluluğundan geriye kalanları McCormick’in işçilerine destek çıksınlar diye toplamaya çalıştı, ne var ki ricaları çoğunlukla sağır kulaklara çarptı. Arbeiter- Zeitunğun ofislerine koştu, çabucak “İntikam! İşçi Erkekler Silahlara!!!” başlıklı, “kendilerine yönetici diyen insan suretinde canavarların “yıl­madan imha edilmesi” için çağrıda bulunan hararetli bir bildiri karala­dı. Bir atlı şehri dörtnala koşarak, Spies’ın Almanca ve İngilizce yazıl­mış kışkırtıcı bildirisini, işçilerin toplandığı bilinen noktalara bıraktı. Alman anarşistlerin akşam toplantılarından birinin sürdüğü Greifs Saioon, bu dağıtım noktalarından biriydi. Sonradan “Pazartesi Gecesi Komplosu” diye tarif edilen bu toplantıda, Uluslararası İşçi Erkekler Birliği’nin silahlı milislerinin en devrimci kesimleri bir araya gelmişti. Daha sonra Haymarket şehitleri arasına girecek olan ikisi, Engel ve Fischer de toplantıdaydı ve tartışma polis ve protestocular sekiz saat­lik işgünü meselesi yüzünden çatışırlarsa, stratejik anlamda izlenmesi gereken yöne dönmüştü. Görünüşe bakılırsa anarşist çevre, saflarının silahlı kesimlerinin polis şiddeti ve provokasyonu karşısında Griefin yerinde buluşma işareti olarak, Arbeiter-Zeitungun mektuplaşma sütu­nunda “Y” harfinin basılmasını kararlaştırmıştı.

Anarşistler ellerinde bu gizli planlarla, dikkatlerini McCormick’in yerindeki günün olaylarına ve Spies’m misilleme çağrısına çevirdiler. Epey tartışmadan sonra, ertesi akşam 07.30’da, yirmi bin insanı alabile­cek ferah Haymarket Meydanı’nda bir protesto mitingi yapmaya karar verildi. Fischer derhal, mitingi ilan eden bir genelge taslağı çıkardı ve son olarak da anlaşılan kendi inisiyatifiyle, “İşçi Erkekler Silahlanın ve Tüm Gücünüzle Ortaya Çıkın!” tavsiyesinde bulundu. Spies bu satırı bildiriyi matbaaya vermeden silmişse de Fischer’ın orijinal el ilanların­dan bir kısmı, çoktan elden ele geçmişti bile. Dahası, ertesi gün anarşist basında, McCormick katliamına dair son derece ağır ifadeler çıkmış, sekiz saat protestosunun baştaki durgunluğu kati biçimde bozulmuştu. Chicago’nun işçi sınıfı semtleri çok geçmeden ceza talepleriyle, silah ve dinamitin mevzubahis edildiği konuşmalarla, üstesinden gelecek kadar “erkek” olanların teşvikiyle kaynar olmuştu. Polis ve protestocular cadde köşelerinde savaşıyordu ve kalabalık, polisin karargâhlarına haber gönderdiği bir eczaneyi tahrip etmişti. Arbeiter-Zeitunğda, Uluslararası Birliğin silahlı gruplarını birleşmeye ve “dosdoğru dev­rim” için çalışmaya çağıran şifreli bir mesaj yer aldı. Ortada komplolar dolaştığına şüphe yoktu ama bunları kimler düzenliyordu ve nasıl ortaya çıkarılacaktı? Bugüne kadar bir nevi sır olarak kaldı. Meselenin aslı her neyse, 4 Mayıs 1886’mn gecesi, mühim bir gece olma yolunda şekilleniyordu.

Akşam vakti yaklaştıkça gerginlik tırmanıyordu. Polis memur­ları şehrin her yerinde stratejik olarak konuşlanmak üzere bir araya toplanmış; sivil giyimli dedektifler Haymarket kalabalığının arasına karışmaya gönderilmişti. Lâkin gece beklenen şekilde başlamamıştı. August Spies, toplantıya ilan edilen saatten kırk beş dakika sonra, salına salma gelmişti. Ancak üç bin kişi toplanmış ve bazıları da geç başlanmasından dolayı toplantıdan kopmaya başlamışlardı. İlk önce konuşması beklenen Albert Parsons (âdete göre İngilizce nutuklar Almancalardan önce geliyordu) hâlâ hiçbir yerde görünmemişti; o ve Lucy, Uluslararası Birliğin şehrin dikiş diken kızlarını örgütlemek için bir araya gelen Amerikalı grubun yaptığı bir toplantıya katılmıştı. Aslında miting için konuşmacı tayin etmede bir karışıklık olmuştu. Parsons, Haymarket’ten beklendiğini bilmiyordu bile. Spies, kalan dinleyicileri tekrar bir araya topladı, yük vagonunun üstüne çıktı ve kalabalığa İngilizce seslendi. Belediye başkanı bizzat kalabalığın içe­risindeydi, Spies’ın konuşması, birkaç kışkırtıcı ifade dışında, sakin ve yumuşak başlı seyretmişti; bu yüzden belediye başkanı müdahale etmeye gerek olmadığını düşünmüştü.


Akşam saat dokuzda Parsons ve diğer önde gelen anarşistler Haymarket’te toplandı; dikişçi kızlarla toplantılarına son vermiş ve protesto mitingine giden yarım mili yürümüşlerdi. Spies şüphesiz tükenmiş halde aşağı inerken, bu sefer Albert Parsons vagonun üstü­ne çıktı. Her zamanki coşkulu sosyalizm savunmasını yaptı, şahsi intikam çığlıklarını, zülüm ve sömürünün şahıslarına değil neden­lerine saldırmaya dair makul savlarla yönlendirdi. Özgürlüğü seven Amerikalıların “silahlanmaları” gerektiğini ilan etse de, tonu “ılımlı” bulundu. Belediye başkanı bile toplantının sakin ve düzenli geçtiğini ve hiçbir yasayı çiğnemediğini kabul etmişti. Sermaye o bildik acı şekilde kınanmıştı ama ne Spies ne Parsons “o gece herhangi bir şahsa doğru­dan güç ya da şiddet kullanılmasına” dair herhangi bir şey öne sürme­mişti. Kaygılanmaya ve mitingi bastırmaya katiyen sebep olmadığına ikna olan belediye başkam, evinin yolunu tuttu.

Parsons 22.00 civarı karısının, iki küçük çocuğunun (dört ve altı yaşlarında) ve bir kadın anarşist olan Lizzie Holmes’un yanına git­mek üzere vagondan aşağı indi. Samuel Fielden eğreti podyuma son konuşmacı olarak çıktığı ve yağmur çiselemeye başladığında, kalabalık daha da seyrekleşti; kadınlar ve çocuklar gitmiş, Parsons ve ailesi de onlara katılmıştı. Fielden yalnızca birkaç dakika konuşsa da birilerinin boğazlanması, öldürülmesi, bıçaklanması, yaralanması ve işçi sınıfını “salt bir eşya ve hayvan” olarak görüp aşağılamalarının önüne geçilme­si gerektiğinden bahsederek kanuna saldırdı. Polisin beklediği sözler de bunlardı. Yakındaki bir karakoldan bir alay memur dışarı taştı; artık sessiz ve küçük olan kalabalığın üzerine gözdağı vererek yürüdü. Memurlar vagona doğru ilerlerken, şeflerinin, Fielden ve topluluğun geri kalanının dağıtılmasını emretmesiyle saldırı pozisyonu aldılar. Devrimciler hakikaten şoke olmuşlardı; artık iki saati geçmiş ve nere­deyse bitmiş olan miting, bu polis kuvvetinin araya girme şovuna hiç de değer görünmüyordu. “Ama biz barışçılız!” Fielden’in tek mırıldanabil­diği buydu. Dağılmaları için polisten bir emir daha gelince, toparladı. “Pekâlâ, gideriz” dedi, vagondan aşağı adımını attı.

Ve böylece olan oldu. Püsküren bir cisim polis kafalarının üzerin­den uçtu ve ortalarına düştü. Saniyeler sonra, bir patlama Haymarket’i boydan boya yardı; camlar paramparça oldu; memurlar yere devrildi. Kısa süren birinci raundu, bomba almıştı. İkinci raunt, kalabalığa ateş açan ve kaçışan protestocuların peşinden koşan, çileden çıkmış bir polis kitlesinin olacaktı. Yakındaki polis karakolunun isyan zilini çalmasıyla beş dakika süren “vahşi kıyım” meydana geldi. Birçokları vurulmuştu, bunlara Fielden da dahildi. Spies’ı, Alman anarşist lide­rin sırtına nişan alan bir polis memurunun silahını kaparak kurşunu kasığına yiyen kardeşi kurtarmıştı. Bir teğmen, “Ateş edin ve öldürebildiğiniz kadar öldürün” diye bağırıyordu; karanlık gece resmen kurşunlarla patlıyordu. Chicago Tribüne, “Deliliğe itilen polisin akli durumu, hiçbir direnişe müsaade etmeyecek türdendi” yorumunu yapmıştı. “Hiddetten kör olmuşlar, barışsever vatandaşla anarşist suikastçıyı ayırt edemiyorlardı.” Hakikaten de polisler birbirlerini de vurmuşlardı; aralarındaki yedi ölü ve altmış yaralı, kanunun silahla­rından başka hiçbir şeyle açılamayacak yaralar almıştı. En az dört işçi öldürülmüştü; ama sivillerden kayıpların sayısı meçhul olarak kaldı çünkü vurulan, ezilen ya da dövülenler çoğunlukla, yaralarının sessiz­ce sarıldığı eczanelerin, ara sokakların ve evlerin yolunu tutmuşlardı. Bombacının kimliği, yapılan pek çok spekülasyona rağmen (kadın olması pek muhtemel değildi) halen meçhul. Fail bir provokatör, birey ya da suikastçı olsun, muhtemelen hiç ortaya çıkarılamayacak. İzlerini baskının karanlık gecesi örttü.

Sonrasında olanlar Amerika’nın ilk “Kızıl Korku’su olarak adde­dildi. Hava alevlenmiş kin doluydu; zira gerçek Haymarket olayları, “işte Şimdi Kan” diye ilan eden manşetleri haklı çıkarmak için çarpı­tılıyordu. New York Times, ilk başta üç tane patlayıcı aygıtın atıldığını ve çılgına dönen kitlenin “kendinden geçmişçesine bir kan arzusuyla” “polislerin ortasına birbiri ardına yaylım ateşleri” açtığını yazıyordu. Kuzey Amerika ve Avrupa’nın her yerinde anarşistlere katil diye saldı­rılıyordu. Sıradan tepki, “Bunları ilk önce asalım, sonra yargılayalım” der gibiydi. Devrimciler ana akım basında yeriliyordu; tek iyi anarşist ölü olandı; asılmayan çok fazla asi vardı. Cleveland Leader, Toplumsal Devrimcinin kötü maksatlı bir canavar olarak bilhassa dehşetli bir tahayyülünü sunmuştu; “Anarşist kurt, -ki bu ülkede meskenini koru­masına ve kana susamış türünü çoğaltmasına akılsızca izin verildi- çirkin, zehirli köpek dişlerini Amerikan halkının müşterek bedenine geçirmiştir.” New York, Albany’de çıkan bir hukuk mecmuası, “seneler süren baskı sonucu yarı çatlak olmuş ve zenginlerin kıskançlığıyla delirmiş, birkaç bombayla toplumun ayrımlarını yerle bir edebileceğini düşünen birkaç uzun saçlı, vahşi bakışlı, kötü kokan, ateist, pervasız yabancı sefil [...]”in saygın cemiyete ahlaksızca saldırışlarına: “İşlerin aldığı bu hal, neredeyse ihtiyat komitesine ve linç kanununa başvur­mayı haklı çıkarıyor.” Kısacası, tehlikeli sınıfın şeytani çehresinin Amerikan tarifi, İtalya’da sözde-bilim çevrelerinde gelişen anarşistle­rin ırksallaştırılarak suçlu ilan edilmeleri anlayışından farklı değildi. Orada isyankâr teröristler, Avrupalı otoritelere karşı amansız bir savaş verdikleri, Fransa’yı, Ispanya’yı, Avusturya’yı ve İtalya’yı 1878’den 1900’e kadar sallayan suikast planlarında, önemli rol oynadıkları için insandan aşağı bir tür olarak sınıflandırılıyordu. Dönemin The New York Detective Library gibi popüler ucuz romanları, saçı sakalı bir­birine karışmış, darmadağın anarşisti, fonda “Chicago anarşizminin kırmızı bayrağı’yla ve bombalar, altıpatlarlar ve hançerlerle saçılı bir zeminde tasvir ederdi. Frank Leslie’s Illustrated Nempaper, 4 Mayıs’ın akabinde oluşturulan “Sabıkalılar Galerisi”ne dair hikâyeler anlatırdı. Fizyonomik özellikleri (kafatası yapısı ve yüz hatları) karşılaştırılabil- sin ve doğuştan suçluluğun genetik olarak meydana geldiğine dair bir anlayışın doğruluğu ortaya koyulabilsin diye anarşistler, sosyalistler ve diğer işçi erkekler polis tarafından fotoğraflanıyordu. Captain Schaack’ın Anarchy and Anarchists: A History of Red Terror and the Social Revolution in America and Europe'u (1889), tehlikeli sınıfları yıkımın yeraltı kardeşliği olarak görüyordu.


Cincinnati’ye yeni gelmiş bir göçmen olan Oscar Ameringer son­radan, sekiz saat eylemcilerinin saflarındaki demoralizasyonu şöyle kifayetsiz bir ifadeyle anımsatmıştı: “Chicago’dan gelen kötü haberler, grevcilerimizin üzerine fazlasıyla soğuk bir battaniye gibi indi. Eski dostlarımız ve sempatizanlarımıza göre, bu haberlerle süratle buhar­laşmanın borusu çalınmıştı. Nispeten zayıf Şövalye arkadaşlarımız mevkilerini bıraktı. Toplumsal Devrim ordusu göz göre göre eriyip gidiyordu. Polisler sayıca daha da artmış ve terbiyesizleşmişlerdi. Bizim sayısı gittikçe azalan uzlaşmazlarımız da öyle.

Haymarket’e atılan bomba, dünyanın her tarafında duyulacaktı ama o gecenin karanlık akıbeti, en kati şekilde Chicago’nun isyankâr işçi sınıfının üzerine çökecekti. Grev gözcüsü işçiler tehdit ediliyor, fiziksel saldırıya uğruyor ve işyerlerine geri dönmeye zorlanıyorlardı. Anarşist ve sosyalist grupların karargâhları basılıyor, buluşma yerleri istila ediliyor, liderleri yakalanıyor, kitaplarına el koyulup gazeteleri kapatılıyordu. İki yüzden fazla erkek ve kadın evlerinde, işyerlerinde ya da mahallelerinde tutuklanmışlardı. Anarşiye baskın çıkmak bir iş haline gelmişti. Bu işgüzarlık hevesine, meşhur Captain Schaack örnek teşkil ediyordu; ki bir çağdaşına göre kendisi, koca cehennemin alacağından fazla anarşist görmüştü. Bombalar, dinamit, hançerler ve tabancalar hep önündeydi sanki. Neticede, yabancı menşeli nüfusun arasında ne kadar masum ve takdire değer olursa olsun, onun fikrince şeytanlıkla meşgul olmayan bir cemiyet yoktu. İşçi sendikalarının sırf anarşistlerden oluştuğunu biliyordu; Turner cemiyetleri vatan hainliği, stra­teji ve ganimet planlan yapmak için toplanıyordu; edebiyat loncaları cina­yeti işliyordu; pazar okullarında yıkım öğretiliyordu. Bozuk bir İngilizce’yle konuşan ve geceleri dışarı çıkan herkes, gizli maksadı Ticaret Odası’nı ha­vaya uçurmak ya da Marshall Field’ın dükkânını yağmalamak olan korkunç bir yaratıktı.
Casusların anarşist, sosyalist ve işçi gruplarının arasına sızmasıyla birlikte (hatta Emperyal Alman Polisi de ajan göndermişti), öyle şenlikli bir beklentiyle kutlanmış olan ve bir amaç için ücretlerini feda etmeye hazır, pek çok işçinin onurlandırdığı 1 Mayıs için ilk başta beslenen umutlar paramparça olmuştu. Devrimci çevre yeraltına sürülürken, ted­birli olan reformist emek liderleri, bilhassa Emek Şövalyeleri ve Meslek ve Emek Meclisi’nin zanaat birliklerine dahil olanlar, kınama duyuruları yapıyordu. Şüphe yok ki savunma komiteleri ve diğer örgütler, devrim fikrini yaşattı; ancak Haymarket’in bombalanması sonucu cinayetle suç­lanan sekiz sanığın duruşmasında fazlasıyla aşikâr olan, devrim karşıtlı­ğının ağır ve merhametsiz baskısı, tüm işçilere somut darbeler indirmişti.

Duruşma bir hukuk maskaralığıydı; hükümse önceden belliydi. Parsons, Spies, Schwab, Fielden, Fischer, Lingg ve Engel suçlu bulu­narak ölüm cezasına çarptırıldı; Oscar Neebe de mahkûm olmuş, on beş yıl ceza yemişti. Parsons, Spies, Fischer ve Engel 11 Kasım 1887’de idam edilecekti; Lingg kendini öldürerek celladı kandıracak; Fielden ve Neebe en sonunda, ilerici Illinois Valisi John Peter Altgeld tarafından affedilecekti.  Bu merhametli davranışla Altgeld, pek çok sağlam muhafazakârın düşmanlığını kazanmıştı; o sonbahar gerici Cumhuriyetçiler seçim zaferleri kazanınca, Tribüne valiyi, “peşinde dolaşan sosyalistler, anarşistler, tek dereceli vergi ödeyen ve ofisi olan hödüklerden oluşan kitlesiyle [...] en ücra siyasi karanlığı” boylamış olarak tasavvur etmişti.

Mahkûm edilen adamlar ve yoldaşları kaderlerinin, tam da karşı çıkmaya hayatlarını adadıkları adaletsizliğin aynısıyla mühürlenmiş olduğunu biliyorlardı. Lingg’in mahkemeye son defa hitap edişi dolam­baçsızdı:

"Beni cinayetten mahkûm etmediniz [... ] suçlama; benim bir anarşist olmam! [...] Anarşi bir insanın diğeri üzerinde hiçbir hâkimiyetinin, hiçbir otorite­sinin olmamasıdır; oysa siz buna “düzensizlik” diyorsunuz. Savunmak için düzenbazların ve hırsızların hizmetlerine ihtiyaç duyacak bir “düzen” yanlısı olmayan sisteme, siz “düzensizlik” diyorsunuz. [...] Bu evrensel sefalet, kapi­talist sırtlanın felaketiyle yaşadığımız çalkantı, bizi şahıslar olarak değil; dava­sı bir olan işçiler olarak bir araya getirdi. Beni suçlusu bulduğunuz “komplo” işte bu [...] Sizin geçmiş yüzyılların bilinmeyen kimseleri tarafından karma­karışık edilmiş kanununuzu ve mahkemenin kararını tanımıyorum [...] size içtenlikle ve açıkça şunu söylüyorum; ben zordan yanayım. Zaten Captain Schaacka da söyledim: “Eğer bize karşı top kullanırlarsa, biz de onlara karşı dinamit kullanmalıyız” [...] Ben bugünün “düzen”inin düşmanıyım ve tek­rarlıyorum, tüm kuvvetimle, içimde nefes oldukça onunla savaşacağım darağacında mutlu öleceğime sizi temin ederim, kendimden öyle eminim ki seslendiğim yüz binler, sözlerimi hatırlayacaklar ve bizi astığınızda, sözlerimi dikkate alın, bombayı atacaklar! Sizin düzeninize, kanunlarınıza, otoritenize tepeden bakıyorum. Bunun için beni asın!"

Dinamiti savunan Lingg’in kendisini destekleyen yoldaşları vardı. Bir tanesi, Lingg’in Illinois, Springfıeld’deki hücresine bomba sokmuştu. Bombalar bulunduktan ve güvenlik sıkılaştıktan sonra bile Lingg, puro­nun içerisine gömülü halde patlayıcı temin etmeyi becermişti; bununla idam sehpasına çıkmadan önce kendini öldürecekti. Bu adamın burjuva adaletinin kendisini darağacına götürmesini reddedişinde, belli ölçüde bir şiirsel adalet vardı ve Lingg yalnız başına pekâlâ son anlarının tadını çıkarmış olabilirdi; zira hapislerine ve idam cezalarına kafa tutabildiğini bilmenin, gardiyanlarına korku dolu bir duraksama yaşatacağını çok iyi biliyordu. Lingg otorite sahiplerine, sosyal “düzen”in el değmemiş kalmasını nasıl bekleyeceklerini kendi kanıyla soruyordu. Devrimci bir cemaatin parçası olduğunu bilerek öldü. İntiharından yalnızca günler önce annesi, “Seninle ölümünden sonra da yaşarken duyduğum kadar gurur duyacağım” diye yazmıştı oğluna. “Ne olursa olsun -en beteri bile olsa- o sefillerin önünde hiçbir zayıflık gösterme” diye yazmıştı teyzesi. Henüz yirmi iki yaşındayken ölen Lingg, burjuva toplumunu irkiltmişti, “Tüm dünyada insanlar kendilerine, ‘Adamların uğruna böyle seve seve, boyun eğmeden öldükleri bu dava nedir sahi?’ diye soruyor olmalılar” demişti William Dean Howells.

Parsons, Spies, Engel ve Fischer, 11 Kasım 1887’de darağacma yürürken tehlikeli sınıflar gerçekten tehlikeli hale geldiğinde, burjuva tabakasının talep edeceği kefareti sembolize ediyordu. Mülk ve adaba dair en beter kabuslan doğrulamaktan başka, hiçbir gerçek suçtan itham edilmemişlerdi. Aşağı tabakalar, “toplumsal üstleri” tarafından vahşiler diye yorumlanırdı; artık gerçekten vahşi olmuşlardı. Muhterem Rahip Dr. Robert Collyer, New York’ta bir kürsüye oturmuş, idamları anarşizm “vebası”na karşı etkili bir darbe ve “işçiyi hayatın daha yukarı bir katma” çıkaracak eğitici bir hareket diyerek onaylıyordu. Muhterem Rahip C. C. Bonney, bombalamadan hemen hemen iki hafta sonra Union Park New Jerusalem Kilisesi’nde vaaz verirken, anarşiden dinsel inançsızlık diye yakınmış ve “büyük şehirlerin tehlikeli sınıflarının siyasi iktidara kafa tutması”na ve dolayısıyla sosyal düzen ve kentsel çevrenin kaçınılmaz felaketine sebep olmasına izin verdiği için hâkim otoriteyi paylamıştı. İdam edilen şehitlerin yoldaşı Lizzie Holmes, 1902’de Haymarket suçunun cinayet olmadığını ve Haymarket silahının bomba olmadığmı yazacaktı. Bilakis suç ve silah aynıydı: Güçlü direniş fikri ki “medeni­yet” bunu yalnızca anarşiyi akıldışı, “sadece şiddet ve cinayete niyetli, kötülük için gizli tutulan, karanlık ve kanlı bir güruh” diye yorumla­yarak kendi antitezine indirgeyebilirdi. Parsons son dakikalarını Marc Cook’un “A FarewelT [Elveda] şiirini ezberinden okuyarak geçirmişti: “Zavallı Mahluklarl/Karanlıktan korkarak,/gelecek olan ıstıraba inleyenler./Evime nasıl sessiz gidiyorumi/susturun kederli çanınızı/Ben iyiyim!” Spies ki kendisi özellikle, bütün duruşma boyunca, bir işadamının yirmi dört yaşındaki kızı Nina Van Zandt’a kur yaparak ve Ocak 1887’de onunla vekâleten evlenerek, burjuva adabmı fena halde bozmuştu; idam kukuletası altından, “Gün gelecek sessizliğimiz, bugün boğduğunuz ses­lerden daha güçlü olacak” diye ilan etmişti. Fischer ve Engel ise yalnızca, “Yabasın anarşi!” diye bağırmışlardı. Dakikalar sonra dört yoldaş artık ölüydü.

Sonraki gün Dakota’nm Kötü Topraklarında, Theodore Roosevelt ve bir kovboy güruhu tarafından, idam edilen anarşistlerin kuklaları asıldı. Bazı kimseler için ne kadar baskı olsa azdı; tehlikeli sınıflar sürekli uyanık bir zor kullanma aygıtı gerektiriyordu. Buna rağmen Haymarket, ironiktir ki burjuva tabakasının senaryosu kaç defa yeniden sahneye konulursa konulsun bir an olarak, işçi hareketinin hafızasında yaşadı. Latin Amerika’da, Avrupa’da ve Kuzey Amerikanın tüm köşelerinde Haymarket olayları ve şehitlerin isimleri sınıf muhalefetinin bilincinde, her zaman ve her yerde var oldu.4* Tehlikeli sınıflar nerede tehlikelileşme alameti gösterse, çok geçmeden burjuva tabakasının daha çirkin vakala­rından birinin karanlık tarihi akla gelir, Albert Parsons’ın çocuklarına söylediği sonsözler yankılanırdı: “Babanız Özgürlüğün ve Mutluluğun Sunağına kendi kendine yatan bir Kurban.” 1929’da bir gece geç saatte, kurulmasına yardım ettiği ABD Komünist Partisi’nden “Troçkist olu­şundan dolayı” atılmış, devrimci komünist James P. Cannon, Parsons’ın hatırasını şu dizelerle anmıştı:

Yenildiğini söylüyorlar, battığını
Sonsuz bir bozguna ve rezalete,              
Onu pazar yerinde asılmış görmek için
Kenti uyandırdıkları o boz rengi sabah
Artık başkaldırmayacaktı, mezarlığın kasvetinde
Ağırbaşlı bir sessizlik içerisinde çoktan beri yatıyor;
Sözleri ve yaptıkları ve hayalleri, hepsi beyhudeymiş
Kırk yılın tozu mezarının üstünde.
Oysa darağacının basamaklarındaki ayak sesleri
Davul vuruşları gibi çınlıyor, caddede Haşin intikamcıların yürüyüşünü duyan
Ve hatta şimdi hazırlanan adamların ayaklarını hızlandırıyor;
Ve tepelerindeki afişlerden parıldayan
Ölülerin suçlayan sessizliği.

---------------------------------------------------------------------
*karanlığın kültürleri, byran d. palmer | ayrıntı y., çev. şebnem kaptan syf. 320
Share on :

Hiç yorum yok:

 
Copyright © 2015 benhayattayken
Distributed By My Blogger Themes | Design By Herdiansyah Hamzah