Ölüm ve Munch'un "İskelet Kollu Otoportre"si

11 Mar 2018


Munch'un İskelet Kollu Otoportresi Texas Tech Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak çalışmalarını sürdüren felsefe tarihçisi Costica Bradan tarafından yazılıp Can Yayınları'nın Kübra Oğuz çevirisiyle yayınlanan "Fikirler İçin Ölmek - Filozofların Tehlikeli Hayatları" adlı 2018 basımı kitapta şöyle yorumlanıyor:

"Lima’nın mimesis kavramı sıradan bir ölüm ile “örnek” bir ölüm arasındaki ilişkiyi ifade edebilecek daha iyi bir dil sunar. Costa Lima şiddetli bir ötekilik öngören imitatio kelimesinin mimesis için yetersiz bir çeviri olduğunu düşünür. Ona göre mimesis aynı zamanda yeni bir şey yaratmakla da ilgilidir. Bu kulağa genel kanıyla örtüşmeyen bir iddiaymış gibi gelebilir, ancak Costa Lima bunu Control of the Imaginary (Muheyyelin Kontrolü) adlı kitabında ikna edici bir şekilde savunur. “Mimesise giden gerçek yol,” der bu kitapta Costa Lima, “sadece kopyalamayı değil farklılığı da gerektirir. Mimesis, taklit etmek yerine farklılığın üretilmesidir.” Mimesis zenginleştirici bir deneyimdir: Gözleriniz daima dışsal bir modelin üzerindedir, ancak bunu yaparken kendi içsel olanaklarınızı da görmezden gelmediğinizden emin olursunuz. Nihai ürün olarak modelin birebir kopyası değil, kendi hayatına sahip ayrı bir şey ortaya çıkar.

Başkasının ölümünü “model” olarak almak, zor olduğu kadar riskli de olan bir dengeleme çabasıdır. Bir yandan modele çok bağlı kalırsanız yolunuz içi boş bir ölüme çıkabilir, ya da diğer bir deyişle başkasının ölümünün salt “mekanik açıdan yeniden üretimine”. Diğer yandan eğer örnek aldığınız modele yeterince benzemezseniz, sonunuz Montaigne’in hor gördüğü “bayağı” bir ölümle gelebilir. Dolayısıyla yönünüzü bu iki uç arasında dikkatlice tayin etmeniz gerekir. Bu nedenle mevzu bahis ölüm olunca mimesis kavramının farklılığın üretimi olarak algılanması, “örnek olma” meselesini anlamak açısından daha uygun bir bakış açısı sağlar. Yani örnek bir ölümü “taklit” etmezsiniz, kendinizi biçimlendirme tasarınızın bir parçası olarak kişisel bir “üretim” meydana getirirsiniz. Ancak bu yolla sadece size ait olan, sadece sizin gerçekleştirebileceğiniz bir ölüm şekliyle ölebilirsiniz. 

Montaigne’in ölümü “evcilleştirmemiz" ve varlığımızın mahremine kabul etmemiz gerektiği düşüncesi hâlâ anlaşılması zor görünebilir. Sahiden, ölümü hayatımıza “dahil etmek" aslında ne demektir? Bu ikisi birbirine tamı tamına zıt değiller midir? Bu fikri ayrıntılarıyla anlatabilmek için bir resme başvurmak isterim. 1895 yılında Norveçli ressam Edvard Munch (1863-1944) İskelet Kollu Otoportre) adını verdiği taşbaskı bir resim yapmıştır. Bu resimde Munch fırçayla uyguladığı Hint mürekkebinden oluşan siyah bir arka planın üzerine taşbaskı tebeşirini kullanarak kendi yüzünün belirgin hatlarını çizmiştir. Kompozisyonun en alfandaysa çerçeveye yatay olarak uzanan eli ve kolu, daha doğrusu onların iskeleti yer alır.

 “İskelet kol” izleyicinin bakışlarını hemencecik üzerine çeker. Resmin ölçülerine göre bu, kıyıda köşede kalmış bir detay gibi görünse de aslında izleyici algısının dinamiklerini belirler. İlkin gözlerinizi bu koldan uzaklaştırmak istersiniz (o ölümün bir tezahürüdür neticede). Gözleriniz yavaşça yukarılara yönelir, ressamın yüzüne değer ve hatta bir süre orada durur. Gözlerinizle çarpışan Munch’un içinize işleyen gözlerini es geçemezsiniz. Derken bir de bakmışsınız ki yeniden iskelet ele ve kola bakıyorsunuzdur. Etinden ayrılmış bu kemikler litografın kaçınılmaz ve yoğun odak noktası haline gelmişlerdir. Şimdiye dek zihniniz resmi o kadar işlemiştir ki resmin koyu renkli arka planım bir mezarla ilişkilendirirsiniz. Bu yüzden sanat tarihçilerinin bu kompozisyonu bir mezar yazıtına benzetmeleri boşuna değildir.

İnsanlık tarihinde ve ontolojisinde elin yerini hafife almak oldukça zordur. Bugün vardığımız noktayı -sadece anatomik olarak değil aynı zamanda bilişsel yetilerimiz açısından da- büyük oranda ona borçluyuz. Dünyaya uygun hareket edebilmek, dünyada kendimizi konumlandırabilmek ve bunların yanında dünyadan bir anlam çıkarmak, başka bir deyişle onu “kavramak” için ellerimizi kullanırız. Gerçekten de ellerimiz, Kant’m dediği gibi sadece “zihindeki pencere”9 değil, onun gözle görünür bir dışavurumu ve zihni ete kemiğe büründürmenin de en uygun şeklidir. Bu ikisi arasındaki çapraşık ilişki son zamanlarda psikologlar, fenomenoloji uzmanları ve bilişsel bilimciler tarafından çalışılmaktadır. Evrimsel açıdan bakıldığında el, insanın geliştirdiği en karmaşık aygıtlardan biridir - elin de bunun karşılığında insanları insanlık denen şeye dönüştürmesiyle eşzamanlı olarak işleyen bir süreçtir bu. Zira dil gibi el de hayatlarımızı hakkıyla insanca hale getirir. “El,” der Raymond Tallis, “bizi doğadan çıkaracak aşkınlığın aracıdır” ve bizleri kesin olarak hayvanlardan ayırır.
İşte bu sebeple Munch’un eli -yani insan hayatını mükemmelleştiren organı- ölümün varoluşumuzun orta yerine zorla girmesini temsilen kullanması çarpıcı ve derin düşünceli bir hamle. Munch bu litografta ölümü kolaylıkla baş edebileceğimiz bir şey gibi değil, büyük ölçekte yıkıcı bir olay olarak resmediyor. Ölüm geldiğinde, bizi biz yapan şeyi yok etmeye geliyor. Ölüm bir kez vurduğunda, hiç zaman kaybetmiyor: Doğrudan yaşamın merkezini hedef alıyor ve onu kemiğine kadar sıyırıyor. Ölüm tarafından halihazırda yenip bitirilmiş bir el içeren bu otoportre sonluluğumuzun sarsıcı bir temsilidir. Sadece bu resim bile ölümlülüğümüz felsefi bir makalenin yapabileceğinden çok daha güçlü ve etkili bir biçimde anlatır.

Üstelik Munch’un resminde gördüğümüz kemikler herhangi birine değil, bizzat ressama aittir. Bir ressamın bütün hayatı ellerinde yoğunlaşır: Gözleri haricinde bedeninin başka bir parçası onun için ellerinden daha hayati bir role sahip değildir. Dahası bir ressama elleri kadar yakın başka bir şey yoktur. Bana kalırsa bir ressamın elleri onun için samimiyetin ta kendisidir: Ressam insanlardan, hatta yakın arkadaşlarından ve âşıklarından da sır saklayabilir, ancak ellerinden asla. Bu ikisi arasında mutlak bir güven olması gerekir. Ressamın da çok iyi bildiği üzere, ellerinin kendine ihaneti en büyük ve nihai ihanet olur. Hal böyle olunca Munch, ressam ellerini resmin içine ölümün dalıverdiği pencere olarak yansıtmayı seçer. Sonuç olarak çarpıcı orijinallikte bir otoportre ortaya çıkar. Ancak bunun yanı sıra bu resim, en az aşina olunanla en samimi olunanın birbirleriyle ilişkisini göstermesinden ötürü bizzat tuhaflığın da portresidir. Bundan dolayıdır ki Munch bir keresinde şöyle demiştir: “Ölümün bu denli kaçınılmaz olduğuna, böylesine yanı başımızda olduğuna inanamazdım”.

Munch’un İskelet Kollu Otoporte tablosu Montaigne’in ölümle baş etmenin en iyi yolunun onu hayatın bir parçası haline getirmek olduğu anlayışını çok güzel tasvir eder. Sanatçı içgüdüsü Munch’u ölümü en umulmadık yerde, yani hayatın tam ortasında aramaya itmiştir. Kendisinin de belirttiği gibi Munch’un sanatının ana teması olan "aşk ve ölüm” birbirlerinden ayrı düşünülemeyen ve bu karmakarışık bağlarıyla ele alınır: Aşk-ve-ölüm. 1894 yılına tarihlenen Ölüm ve Kadın isimli eserinde çıplak bir genç kadın şehvetle bir iskelete sarılır ve onu öper haldedir. İşte burada da bahsettiğimiz fikrin ete kemiğe bürünmüş halini görebiliriz. Aslında hayatın kökeni olan aşk edimi Munch için ölümcül bir karşılaşmadır. Bu yüzden bu resimde tutkuyla birleşirken "ölüm hayata elini uzatır”. Sevişen kadının yüzündeki gülümseme “bir cesedin gülümsemesinden” farklı değildir.

Edvard Munch bu eserinde sadece ölümü ve hastalığı resmetmekle kalmamış, bu ikisini sanatsal görüşüne bir şekilde bağlamayı da başarmıştır. Munch kendisiyle gitgide yakınlaşan -ölümün habercileri- zayıflığı ve hastalığı içtenlikle karşılamış ve onları misafirperverlik ve dostlukla ağırlamıştır. “Bedensel zayıflıklarımı aklımdan çıkarmamalıyım,” der Munch. “Onlar benim ayrılmaz bir parçamdır. Hastalıktan kurtulmak gibi bir niyetim yok, ne kadar sevimsiz olursa olsun sanatımda ona yer verebilirim." Nitekim Munch bedensel rahatsızlıklarını sanatının en yakın müttefikleri haline getirir. Bir sanat eleştirmeninin belirttiği üzere Munch, “Hayatı boyunca ölüm fikrini aklında çıkaramadı, ama yine de hastalığını sanatı için neredeyse bir önkoşul olarak görürdü". Kendi sağlık sorunlarıyla uğraşmak durumunda kalan Montaigne şüphesiz ki Munch’a son derece hak verirdi. 
Munch her ne kadar ölümün Montaigne’in savunduğundan farklı bir yolla hayatlarımıza işlemesi gerektiği anlayışına varmış olsa da, başlangıç noktaları benzer olabilir. Tıpkı Montaigne’in önce yakın dostunun, ardından babasının zamansız ölümlerinin merkezinde ölüm olan bir yaşama sanatı algısına varmasını tetiklemesi gibi, Munch için de azımsanmayacak sayıda aile ferdinin ölümü, hiçliği ressamın varoluşunun tam ortasına taşımıştır. "Ben ölülerle yaşarım. Annemin, kız kardeşimin, büyükbabamın, babamın ölüleriyle... Bütün hatıralarım, en ufak şeyler bile, bir anda beliriverir zihnimde”. Bu durum Munch’un benlik tasarımını da şekillendirmiştir: Bu durumla yüzleşmiş, onu içselleştirmiş ve nihayetinde benliğinin bir parçası haline getirmiştir. Sonunda da ölümle yaşamanın bir yolunu bulabilmiştir. “Ben zaten dünyaya geldiğimde ölmek üzereydim,” der Munch ve ekler, “bu yüzden ailem beni mümkün olduğu kadar çabuk vaftiz etmek zorunda kalmıştı." Gerçekten de Edvard’ın annesi doğum sırasında kendisini altı yıl sonra öldürecek olan “tüberküloz mikrobunu taşıyordu.” Munch sonraları “hastalık, delilik ve ölüm, beşiğimin üzerinde gezinen kara meleklerdi ve beni o zamandan beri hayatım boyunca takip ettiler”.

Munch, Montaigne’in eserini hiç okumamış olabilir, ancak onunla bazı benzer sonuçlara varmıştır. Eğer ressam Mısırlıların eğlencelerinin ortasına mumya getirme âdetlerinden haberdar olsaydı, şüphesiz ki kendisi için satın alabileceği bir mumya bulana kadar her yeri didik didik ederdi. Bu amaç için kullanabileceği bir mumyanın yokluğunda, kendini “iskelet kollu otoportre” formunda yan mumya olarak yeniden inşa etmek durumunda kaldı."

Share on :

Hiç yorum yok:

 
Copyright © 2015 benhayattayken
Distributed By My Blogger Themes | Design By Herdiansyah Hamzah