Alaca'da öğretmenlik yaptığım sıralar bir akşam canım arkadaşım Yalçın'la evsahibimi ziyaret ettik . Aynı zamanda 'Gayrı Dayanamam Ben Bu Hasrete'nin de 'sahibi' olan bu zât, âşık Ali İhsan Erdoğan idi. O akşam yaptığımız muhabbetten aşağıdaki metin çıktı.
Ben Ali İhsan Erdoğan. Alaca'nın Haydarın Köyü'nde 1928'de doğmuşum. Eskiden köylerde âşık çok kıt idi. Bizim zamanımızda her köyde âşık bulunmazdı. Benim babam âşıklara çok meraklı bir adamdı. Ama çalınacak saz bile yoktu o zamanlar. Ancak düzensiz, perdeli ipten sazlar vardı.
Dedem Mustafa, seferberlikte 30 yıl muhtarlık yapmış. Dedemin gelen gideni çoktu,. Gelen ozanlara da çok meraklıydı. En çok Sivas'tan gelirlerdi. Bütün köy başlarına birikirdi geldiklerinde aşıkların. Üç-beş gün kalırlardı, boş gönderilmezlerdi.
Eskiden Cem'ler daha çok olurdu. Orada çalarlardı. Eski âşık malları'ndan söylerlerdi. Kendilerinin olanlar da vardı, olmayanlar da.
O sıralarda ben 9-10 yaşlarında ya var ya yoktum. Müziğe çok merakım vardı. Ozanların dizlerinin dibinde otururdum. Sonradan babam, Koyuncu Saray Köyü'nden teyzemin oğlu Duran Efendi'nin bağlamasını (kendisi çok iyi çalardı,) emanet olarak getirdi eve. Ama düzeni yok yani. Babam bir türlü sazı belleyemedi. Ben de babamdan boşalınca sazı elime alırdım. "Ulan Hasan Ağa, bunu sen çalamadın ama oğlun çalacak," derlerdi. Gelen âşıklardan çalınan havaları ezberlerdim.
Babamla kardaşım Ankara'ya işci olarak çalışmaya gittiler. Üç ay kadar çalıştılar. Babam Ankara'dan bir saz almış. Bi vakit de bu sazla idare ettik. Kendi kendime geliştirdim. Hiç usta görmedim. Köyde benden başka çalan yoktu. Beni köylere düğünlere götürmeye başladılar.
Askere gittim geldim. Bu ovaya Hüseyinova derler. Bir kış günü Aşık Veysel Hüseyinova'ya gelmiş dediler. Eskiyapar Köyü'ndelermiş. Yanına gittim. A...(okuyamadım) diye biri vardı yanında, bir de Küçük Veysel var. Sabah muhabbetinde, Hüseyin Ağa'nın hanesinde sabah çayı içildi. Aşık Veysel'e, "al sazını eline" dediler. Aşık Veysel bir boy gittikten sonra, "burada memleketinizin adamı var, bi den sen al bakalım sazını eline," dedi. Aşığın bir havasını, (Aldım Sazı Elime'yi) çaldım. "Bunu yeni mi belledin yoksa evvelden biliyor muydun?" dedi. "İnsanın kafası aynı tarlanın tohum ekmesine benzer,"dedi. "Bir tarlaya tohumu ekersiniz, o tohum toprağın içinde çillenir, topraktan çıkar, oka seğirtir, kelle çevirir, yeter. İnsanın beyni de buna benzer," dedi. "Bir daha çıkamaz," dedi. "Ustam," dedim, "şu benim bağlamamı bi eline al, perdelerini kontrol et," dedim. Perdelere baktı. "Ali İhsan, beni deniyor musun?" dedi, "perdelerin yerinde, sen bunun üzerinde durursan çok ilerletirsin," dedi.
Yanlarına katıldım, 1957'de. Bunlarla birlikte Hüseyinova'nın köylerini birlikte gezdik, bir ay dolaştık. Yürüye yürüye. Köy odalarında kalıyorduk. O zamanlar her köyde büyük, köyün bütün erkeklerini içine alabilecek kadar büyük, köy odaları olurdu. Âşıklık kışın olurdu. Yazın çalışır köylü. Âşıklığa ancak kışın zaman kalır.
Âşıklık demek başka bir şey. Hanesinde oturup çalamaz âşık. Dolaşır. Yokluktan varlıktan değil.
Ozan demek Hak'ka âşık olandır.
Cem'de ocakzadenin (dede'nin) postu ayrıdır. Bizimkine 'zâkir postu' derler. 12 hizmet vardır. Toplanan kişilere dede vazeder. Zâkir postu da ona karşılık verir. Veremeyen âşık sayılmaz. Şöyle ki: Dede vazettiğinde sen tam O'nun bıraktığı yerden vazedilen konuya dair okuyabileceksin. Cem'de sonra üç deyiş okunur. Duaz edilir. (12 imamın isimlerinin geçtiği şiir) dede dua eder, bacılar ayağa kalkar, dede destur verir bacılar oturur. Sakka suyu dağıtılır, öğütler nasihatler edilir.
Cem'in dışında köy odalarında yapılan toplantıların da bir usulü vardır. Önce üç türkü söylenir. Araya muhabbet girer. Sonra oradakilerden biri "tel doğrusunu söyler aşık, hele şu sazı al eline," der.
Herkeste vardır bu âşıklık. Ama Cenâb-ı Allah bazılarına daha fazla ilham vermiştir.
1957'den sonra çiftçilik yapmaya devam ettim. Marangozluk da var bende. Kış günleri düğünlere giderdim. Yazın marangozluk yapardım.
Kızlar bana âşıktı. Ama âşıklıkta bir gelenek var: Âşık olan vardığı evin ekmeğine hiyanet etmez, hiyanet edenin âşıklığı da güvenirliği de kalmaz.
Bazen yazları Ankara'ya inşaatlarda çalışmaya giderdim. Bu gidişlerimin birinde, bir Pazar günü köyden bir arkadaşla, İtfaiye Meydanı'nda dolaşıyoruz. Orada gezerken biri elinde bir sazla geldi yanımıza. Elinden sazı aldım. Gerçek bir saz! "Gel bu sazı bana sat," dedim. "Satmam," dedi. "Bu sazı kaça aldın hemşerim?" dedim, "25 liraya" dedi. "Verirsem de 30'dan aşağıya vermem," dedi. 27 buçuk liraya indirtebildim. 25 liram çıktı, arkadaş da "geri kalanını ben veririm," dedi. Sazı aldık inşaata geldik. Akşam arkadaşlar birikti. Çaldım muhabbet oldu. Bekçi arkadaş, "ula Ali İhsan, sen radyoevine git sana mutlaka çaldırırlar," dedi. Cesaret verdi. Bir ceket bir pantolon buldular. Radyoevine vardım. Selamın Aleyküm. Aleyküm Selam. Orada danışmadaki arkadaşa "yav," dedim, "ben burada Mustafa Sarısözen'i görmeye geldim." "O burda yok 15 dakika sonra gelir," dediler. Geldi. Tevâzu ettim. "Hoş geldin," dedi. Eline eğildim, vermedi. "Amacın ne?" dedi, "mümkünse radyonuzda okumaya geldim," dedim. Kahve ısmarladı bana. "hay hay," dedi, "radyoya sesi uygun olmak şartıyla her vatandaşın hakkıdır," dedi, "çıkar şu sazını bakalım," dedi. Her türküden bir kıta söyletti. "Perşembe günü gel şu iki türküyü söylersin," dedi. "Kadir Mevlam Ne Güzel Yaratmış"ı okudum, bir de "Hasta Düştüm Bir Mecalim Kalmadı"yı. O sırada biraderim, radyoevinin karşısındaki bakkala gitmiş, "radyoyu aç kardaşım türkü söyleyecek," demiş de inanmamış bakkal. İnşaattakiler alkışlamışlar.
62'de gittim bir de. "Yurttan Sesler"de okudum.
Bir dilekçe verdim radyoya. Beni istediler. Annem ölmek üzereydi. İmtihana çağırdılar gidemedim. İstemedim de açıkcası.
63'te Almanya'ya yazıldım. 6 sene kaldım orada.
Çalıştığım yerde bir Alman kadın vardı. Bana o Alman çok yakınlık gösterirdi. Sanırsın ki aramızda bir şey var, ama hiçbir şey yok. Bu yüzden niyeti nedir anlamak için birini gönderdim. Alman, arkadaşa "ben bu adamı kardeşim gibi seviyorum," demiş. Zaman geldi ben Almanya'dan ilişiğimi keserken helâlleşmeye vardım. Kadıncağız bir haykırdı, gözlerinden baran gibi yaş akıyor. O beni o kadar etkiledi ki, o zaman uçak kıt, trenle geliyorum, sanki ağlaması hâlâ gözlerimin önünde. Trende iki gündüz bir gecede yaptım türküyü:
Gayri dayanamam ben bu hasrete
Ya beni de götür ya sen de gitme
Ataşın aşkıyla yakma canımı
Ya beni de götür ya sen de gitme
(...)
Karaları giyip düşme peşime
Köz düşürdüm yüreğimin başına
Halil bak şu gözlerimin yaşına
Ya beni de götür ya sen de gitme
İşte döndük yeniden buraya. Âşıklığa da, çiftçiliğe de, marangozluğa da devam ettim. Birlik Partisi kurulmuştu bir ara. Âşıkları topladılar. Neşet Ertaş, Mahzunî Şerif, Kul Ahmet, Mahmut Erdal, Sultan Can, Eşref, Bilal Bozdağ, ben falan, Ankara'dan yola çıktık. Bursa, Adana, İstanbul, İzmir'i dolaştık.
Şimdi yaşlandım. Ama hâlâ söylerim. Beni düğünlere çağırırlar. Hürmet gösterirler sağolsunlar. Geçenlerde belediye başkanı çağırdı, parkta söyledim, çok kalabalıktı, başkan plaket verdi bana.
Son sözümüzde şöyle olsun Hoca, bak dinle:
Yaptımsa bir eser kaldı
İşte günler tamam oldu
Ecel düdüğünü çaldı
Halil gider Sal içinde
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder