acımasız bir rus anarşistinin tren soyguncusu olarak portresi: BORİS KHADOV

19 Tem 2012



Boris Khadov, 1880 Mayıs’ında Karensk’de burjuva bir ailenin en küçük çocuğu olarak doğdu. Anne tarafından ünlü besteci Mihail Glinka’nın yeğeniydi. Boris, Rus müziğinin kurucusu olarak kabul edilen dayısının izinden gitti. İlk eserlerini 10 yaşından itibaren vermeye başlamış, Avrupa’nın değişik başkentlerinde ‘Rus Mozart’ı’ nitelemesiyle başarılı konserler vermişti. Çar II. Nikola’nın huzurunda kendi bestesi Rusya İçin K. V. 10-15 Keman-Piyano Sonatı’nı seslendirmesinin ardından, Çar’ın takdiriyle, eğitimini derinleştirmesi için Paris’e gönderildi.
Khadov, Paris’te 5 yıl kaldı. Ama genç bestecinin müzikal macerası pek de Çar’ın umduğu doğrultuda gerçekleşmedi. Genç müzisyen, olağanüstü yeteneğiyle ilk birkaç yıl gerçekten de Paris müzik çevrelerini (ve sosyetesini) hayranlıklar içinde bıraktı. Verdiği konserler ve yaşadığı aşklarla adından sık sık söz ettiren Khadov’un kaderi, Pavel “Çar” Nikonov (2) adında bir Rus anarşistiyle tanışmasından sonra kökten değişikliğe uğradı. Boris Khadov, kısa sürede ateşli bir anarşist olup çıkmıştı.


Khadov’un Paris Günleri ve anarşizmle tanışması

O sıralar, Rus anarşistlerinin lideri Pavel “Çar” Nikonov, Prens Alexsender Viazemskiy’e düzenlenen bir suikast girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine Paris’te 12 yıldır sürgün hayatı yaşıyordu. (3)
Aslında söz konusu suikast olayıyla doğrudan veya dolaylı hiçbir ilişkisinin bulunmadığını, soruşturma sürecinde Rus polisinin kendisiyle hiçbir şekilde ilgilenmediğini artık biliyoruz. (4) Ama bu adam, her nasılsa kendini bu suikastla ilişkilendirmiş ve son derece meşakkatli bir kaçış planıyla önce Almanya’ya, sonra ise, “burada da rahat bırakılmayacağını” anladığından Fransa’ya, “anavatanını da kalbinde taşıyarak” sığınmak durumunda kalmıştı. Yani bu sürgün, Nikonov’un kendi kendine gelin güvey olarak gerçekleştirdiği tuhaf bir sürgündü. “Çar” lakaplı Nikonov hafiften çatlak bir anarşist portreydi: Rus gizli polisi tarafından takip edilmenin verdiği sıkıntı ve yoksulluklar yüzünden iyice paranoyaklaşmış durumdaki (ve Rusya’yla tüm iletişimini tamamen yitirmiş olan) Paris’in küçük Rus anarşist topluluğunu, kendisinin bir ‘anarşist kahraman’ olduğuna inandırmış, kısa zamanda bir çekim merkezi olarak gönüllerde taht kurmayı başarmıştı. (Bu tahtın inşasında, geri dönüp huzurunu yine acayip projeleriyle bozacağından korkan toprak ağası babasının kendisine her ay gönderdiği ciddi meblağların da etkisi vardı.)
Nikonov, müziğin, en azından Khadov’un eğitimini aldığı müziğin, doğa içerisinde bir yaşamın patikalarla örülmüş yollarından büsbütün uzakta, insana ve insanın bir ve aynası olan tabiata ters, dolayısıyla etkileri bakımından yabancılaştırıcı; insanın kan, et ve kemikten ibaret gerçekliğini bir soyutlama düzeyine indirgeyen bir müzik olduğunu düşünüyordu. Genç Khadov, ustası olarak benimsediği Nikonov’un etkisiyle, hocası ünlü kompozitör Lewitscharoff’a bir mektup yazdı: “Kan ve barutun yazacağı müziğin yanında Mozart saçma bir karın ağrısı kalıyor. Bu yalana daha fazla katılamayacağım!” diye biten mektup, konservatuar günlerini nihayete erdiriyordu. (5)
Hocası Lewitscharoff’un durumu Rus Büyükelçiliği’ne haber vermesini takiben, Petersburg Saray Müzik Direktörü Gaimbedov, Khadov’a, anavatanına geri dönmesi için çağrı yaptı. Ancak bu çağrıya cevap gelmedi. Khadov ortadan kaybolmuştu.

Kulakçı Mujik ve Rusya’ya Dönüş


Bu kayboluş Şubatı 1903’te gerçekleşmişti ve aynı yılın Haziran’ında Paris gazeteleri şok bir cinayet haberini manşetlerden duyurdu: 17 Rus Cannes’da bir kır evinde ölü bulunmuştu! Rus entelijansiyasının ‘ünlü’ isimlerinden Pavel Nikonov da kurbanların arasındaydı. Ama haberin ilginç bir ayrıntısı daha vardı. Katil, sırlarıyla birlikte, kurbanlarının sağ kulaklarını da götürmüştü.
Paris, esrarengiz katil ve 17 kurbanı hakkında efsanelerle günlerce kaynadı. 17 Mart 1903’te, kulaksız üç Rus’un daha cesetleri Paris’te bir apartman dairesinde bulundu. Tartışmaları daha da arttı; olay artık bütün Avrupa’nın dilindeydi. (6)
Mayıs 1903’te, bir fahişeyi öldüresiye dövdüğü için fahişenin pezevengi tarafından hastanelik edilen bir Rus’un günlüğü, polis tarafından tesadüfen bulundu. Bu günlükten hareketle, kamuoyunun “kulakçı mujik” diye adlandırdığı katile dair ilk ipucuna ulaşıldı. Günlükte, Khadov adında birinden bahsediliyordu. Khadov, Rusya’daki anarşist devrimin sönümlendirilmesi için görevlendirildiğini iddia ettiği Nikonov ve yandaşlarını acımasızca katletmişti. Günlüğün sahibi, sıranın kendisine geldiğine inanıyordu.
Böylece polis, Paris’te o zamana dek görülmemiş boyutta bir insan avını başlattı. Ama bu arada günlük sahibinin öngörüsü de gerçekleşti: Talihsiz adam, hücresinde ölü bulundu. Önce bir cam parçasıyla kulağını kesmiş, sonra aynı camı gırtlağına saplamıştı.
Paris polisinin sürek avını süredursun, Khadov anarşist devrimini gerçekleştirmek üzere çoktan Rusya’ya kaçmıştı...
O güne dek tüm yaşamını konser salonları ve konservatuar arasında asosyal bir müzisyen olarak geçirmiş bir küçük burjuvanın nasıl olup da acımasız bir katile dönüştüğünü bir tarihçiden çok psikiatri uzmanlarının cevaplayabileceği bir soru. Khadov’un, bir ‘müridi’ olarak Çar Nikonov’la geçirdiği iki yıl içerisinde neler olup bittiğine tanıklık edebilecek herkesin yine Khadov tarafından öldürülmüş olması, durumun anlaşılmasını daha da güçleştiriyor.

Rusya Günleri

Khadov, ününün Rusya’ya kendisinden önce ulaştığını görünce çok şaşırmış olmalı. Paris çıkışlı haberler onu bir efsane haline getirmişti. Daha o Rusya’ya gelmeden önce ülkenin değişik köşelerinde ‘Khadovcu’ anarşist gruplar oluşmuştu ve şimdiden Rus gizli polisinin yakaladığı bir düzine Khadovcu Sibirya’ya sürülmüştü. (7)
Böylece Khadov, tamamı ‘profesyonel devrimci’lerden oluşan ama paranoyak karakterli bir yeraltı örgütünü organize etmekte çok zorlanmadı. Örgütün ismi Rusya’nın Anarşist Kanı’ydı ve ilk eylemi Aziz İsak Katedrali’ne yönelik olmuştu. Amaç, tarihî katedralin içerdeki papazlarla birlikte yakılmasıydı. Katedrali olmasa da iki papazı diri diri yakmaya muvaffak olan Khadov ve adamları, iki gün sonra Rus gizli polisinin Fransızlardan çok daha iyi çalıştığını anladı. Polis, Khadov’un bir işçi semti olan Vybory’de depo olarak kullanılan bir binada saklandığını tespit etmişti. Polisin elinden kurtulması, kendisini Khadov olarak tanıtıp teslim olan yakın arkadaşı Sergey Kşisinks sayesinde oldu. Polis, gerçek Khadov’un depodaki un çuvallarından birinin içine saklandığını bilemezdi...
Khadov, kendisi sanılan arkadaşının tutuklu bulunduğu karakola gece yarısı baskın düzenledi. Arkasında 5 cesedi kulakları kesilmiş vaziyette bırakmıştı. Bu olay, Çar’dan, onun politikacılarından ve diğer egemen güçlerden nefret eden St. Petersburglular üzerinde korku ve hayranlık karışımı bir etki yaratacaktı. (8)
Ülke için karışık günlerdi. Rusya, her an birşeylerin olabileceği duygusuyla bütün dünya tarafından merakla takip edilen, büyük bir imparatorluktu. En azından ‘büyük’ görünüyordu, ki durumun öyle olmadığı 1905 Rus-Japon Savaşı sonucunda anlaşıldı. Çar’ın ordusunun Japonya karşısında hiçbir varlık gösterememiş olması, Çar’a ve temsil ettiklerine karşı uzun zamandır büyüyen hoşnutsuzluğu bir isyan enerjisine dönüştürdü. Sonuçta Çar II. Nikola meşrutî yönetimi kabul etmek zorunda kaldı. Duma açıldı.
İhtilal sürecine diğer muhalif güçlerle birlikte -ama hadleri epey bir zorlayarak- katılan Rusya’nın Anarşist Kanı (9), 1905 Şubat Devrimi sürecinden bölünerek çıktı. Örgütün ‘sol kanat’ olarak adlandırılan kısmı Sosyalist Devrimciler’le (10) birleşmek yönünde bir tavır içindeyken, ‘Khadovcular’, tüm sosyalist ve sosyal demokrat partileri, iktidara duydukları aşk bakımından Çar ve taraftarları ölçüsünde düşman kabul etmekteydi. Tartışma, ‘Khadovcular’ın silahlarına sarılması sonucu kanlı bir hesaplaşmaya dönüştü. O sırada toplantıda hazır bulunan ‘sol kanatçılar’ın tümü katledildi. Khadovcular, eylemlerinin alemet-i farikası olarak eski yoldaşlarının sağ kulaklarını koleksiyonlarına eklemeyi ihmal etmemişlerdi. (11)
Fakat, katliamdan ağır yaralı olarak kurtulan bir militan vardı. Bu adam, Khadov’un saklanabileceği bütün adresleri polise ihbar etmek suretiyle arkadaşlarının katillerinden intikamı aldı. Böylece Khadov, hiçkimsenin beklemediği bir anda, başına örülen çoraptan habersiz gizlendiği bir genelevde yakalandı. Vr 13 Haziran 1907’de, Duma’nın karşısındaki Küçük Şapel’in yanında bulunan mahkeme salonunda yargılanmaya başlandı. Mahkemenin ‘kurşuna dizilerek idam’ yönünde bir karar vermesi bekleniyordu ama davanın görüleceği gün Tobolsk Çelik Fabrikası işçilerinin öncülüğünde başlayan büyük bir grevin yarattığı korku, mahkeme heyetini ve bu arada hükümeti geri adım atmak zorunda bıraktı. İşçilere Pavlovskiy Tersanesi işçileri de katılmış, göstericiler mahkeme salonunu sarmıştı.
Mahkeme, ‘Sibirya sürgünü’yle yetinmek zorunda kaldı. Khadov bir katil olabilirdi ama, halk ona baktığında zulmedici tanrılara karşı açık ve net bir başkaldırışı temsil eden Prometeus’u görüyordu.

Sibirya Sürgünü

Khadov böylece apar topar Sibirya’nın Smovskaya’ya bağlı Kornilov Beldesi’ne götürüldü. Burası Rusya’da mahkumlar için hazırlanmış en korkunç çalışma kamplarından biriydi. Ortalama sıcaklığın yaz aylarında -30 derece olduğu bu bölgede, mahkumlar donmuş topraktan elmas çıkartmaya çalışarak özgürlüklerine kavuşacakları anı beklerlerdi. Khadov burada son derece sakin günler geçirdi. (12)
Kornilov Çalışma Kampı Komutanı Yüzbaşı Sergey Aleksiyeviç Alexey, üstlerine yazdığı bir raporda Khadov’dan bahsederken (13) şaşkınlığını gizleyemiyordu. Ona bakılırsa, Khadov hiç de azılı bir teröriste benzemiyordu: “Kısa zamanda kampın çetin koşullarına alıştı” diye yazmıştı Yüzbaşı, “çok neşeli ve bitmek bilmez bir enerjisi var. Şimdiden kampın gözbebeği oldu.”
Khadov, yoldaşlarından veya ‘hayranlarından’ gelen ne varsa; giysi, para veya yiyecek gibi, her şeyi mahkumlarla paylaşıyor, geceleri okuma bilmeyen mahkumlara öğretmenlik yapıyor, elden düşme bir kemanla resitaller veriyordu.
Yaşam koşulları son derece korkunçtu. Soğuk ve salgın hastalıklar arasında Khadov, hiçbir yılgınlık emaresi göstermeden 1916 yılına dek çalışma kampında elmas çıkartmaya devam etti. Ama 1917’de, mahkumiyetinin 10. yılında, hiç beklenmedik bir olay oldu: Smovskaya Garnizonu komutanının çalışma kampına yaptığı ziyaret şerefine düzenlenen yemekte keman çalmak üzere görevlendirilen Khadov, verdiği resitalden sonra tebrik edilmek üzere yanına çağrıldığı generalin boğazını bir meyve bıçağıyla boydan boya kesmiş ve kanlı bıçağı havaya kaldırıp “yaşasın anarşi!” diye bağırmıştı.
Ağır yaralı olarak (kanlı bıçak havadayken generalin yaveri tarafından vücuduna bir şarjör boşaltılmıştı) sıhhiye koğuşuna kaldırılan Khadov’a, kurşuna dizilebilecek düzeye gelene kadar özenli bir tedavi uygulandı. Artık ölüm Khadov için kaçınılmazdı veya en azından öyle görünüyordu.
Aynı sıralarda ülke için için kaynıyordu. Rus İmparatorluğu, 1 Ağustos 1914’te Fransa ve Büyük Britanya’nın yanında savaşa girmişti. İki buçuk yıl sonra, üç asırlık bir hanedanın mutlak egemenliğine son veren Şubat 1917 Devrimi gerçekleşti. Sekiz ay sonraki Bolşevik hükümet darbesi, üçüncü geçici hükümetin giderek silikleşen iktidarını devirecekti. Haber kısa zamanda Smovskaya’ya ulaşmıştı. Bölgeye gelen Bolşevik kuvvetler, subayların silahlarına el koymuş, bu arada garnizon yönetimini ele geçirmişti.
O sırada hücresinde idam mangasını bekleyen Khadov, kızıl yıldızlı kalpaklarıyla içeri giren Bolşevik militanları görünce son derece soğukkanlı bir manzara çizmişti. Tek yaptığı, kurtarıcılarına bakıp sırıtarak, “İşçi kardeşlerim bir kez daha imdadıma yetiştiler” demek olmuştu. Kurtarıcıları onu ve diğer siyasî mahkumları bir trene bindirip (14) başkente uğurladıklarında, Khadov 37 yaşındaydı. Ve daha altı ay önce gerçekleştirdiği son eylemine bakılırsa ‘anarşist heyecanını’ aynen koruyordu. O günlerde, devrim koşullarının Petersburg’u bir anarşist için bulunmaz nimetti. Fakat buna rağmen bir efsane olarak başkente gelişi sabırsızlıkla beklenen Khadov, Petersburg’a varmadan trenden indi ve bir kez daha ortadan kayboldu.(15)
Khadov ismi bu kayboluştan üç yıl sonra dönemin en büyük tren soygunuyla birlikte tekrar ortaya çıktığında, işin içine bu sefer Teşkilat-ı Mahsusa’nın firarî fedailerinden Ömer Nuri Bey adında bir zât da karışacaktı.


DİPNOTLAR:
1. Khadov üzerine zengin bir külliyat söz konusudur. A. Rabinoviç’in Kahramanın Gölgesinde’si, S. Laig’in Khadov: Böyle buyurdu Zerdüşt’ü yetkin biyografiler içerir. Ayrıca H. E. Hugo’nun Anarşist’i, Khadov’un bir roman kahramanı olarak ele alındığı birkaç örnekten biridir.
2. Çar Nikola için bkz. Peter Hall, The World Cities, 1966
3. Prens Alexsender Viazemskiy, Ekim Devrimi sırasında, arazilerinde çalışan köylüler tarafından linç edildi.
4. Peter Hall, age. s.134
5. Şu adreste, Khadov’un Avrupa klasik müziğiyle ilgili görüşlerine ulaşabileceğiniz bir makale var: benhayattayken.blogspot.com
6. Kulak kesen anarşist mevzuu İstanbul basınının ilgisini çekmekte gecikmemişti. Tanin’de yayınlanan Celal Nuri imzalı bir haberde, son zamanlarda Paris’te ikamet eden Moskofların birbirini kırdığından bahsediliyordu. “Netice: Hülasa bütün bu hercümerçten anlaşılıyor ki, Rusya’da takip olunan yeni usul-i idare pek menfî neticeler vermiştir. Çar’ın canına kast ettikleri için memleketleri haricinde sefih bir hayat sürmeye mahkûm edilen bedhahların şimdi canları sıkılıyor olacak ki birbirlerini yiyorlar.”
7. Bazı yazarlara göre bu Khadevci öğrenci örgütlerinin arasında daha sonra Ekim devrimi sırasında bazı köylü ayaklanmalarını örgütleyecek düzeyde güç kazanan ama zamanla Khadevci çıkış noktalarını kaybeden yapılanmalar da vardı. (R. V. Daniels, Red October: The Bolshevik Revolution of 1917, s.105, Londra, 1969)
8. Aynı Sergey Kşisinks, Khadov Sibirya’ya sürüldükten sonra Bolşeviklere katılmış; devrim sırasında Çar ve ailesini katleden ölüm mangasında görev almıştı.
9. Aşırı şiddet yanlısı olmaları özellikle sosyalist devrimciler tarafından şiddetle eleştiriliyordu. ‘Rusya’nın Anarşist Kanı’ örgütünün eylemlerine liberallerle birlikte Sosyal Demokratların da sessiz kalmaları ilginçtir.
10. Sosyalist Devrimciler, Rus Norodniklerinin 1900’lerde aldığı biçimdi. Anarşizm ve sosyalizmin Rus karakterli bir sentezi olarak özellikle köylerde örgütlüydüler.
11. Kendi kurduğu örgütün üzerindeki kontrolünü bir-iki yıl içinde yitiren Khadev, örgüt içi ciddi bir muhalefetle karşı karşıya kalınca, entelektüel birikimiyle karşısına kısa sürede ciddi bir rakip olarak Mihail Boduvsk çıkmıştı. Boduvsk, Khadev’in amaçsız şiddet kullanımına da karşı çıkıyordu.
12. 1914 yılında yandaşları Khadov’u çalışma kampından kurtarmaya çalışmıştı. Ama Khadov’a ulaşamadan Kornilov yakınlarında bir ormanda donmuş olarak bulundular. Khadov’un bu kurtarma girişiminden hiçbir zaman haberi olmamıştı.
13. Rapor, Marc Ferro tarafından günışığına çıkartıldı. (La Révolution de 1917. La chute de Tsarisme et les Origines d’Octobre, s.200, Paris, 1975)
14. Aynı trende, devrime yetişme heyecanıyla kabına sığmayan Stalin’in de bulunduğunu belirtelim: İki adamın tanışıklıklarına dair herhangi bir bilgi yok.
15. Trenden neden indiğini önümüzdeki sayıda göreceğiz.





II. BÖLÜM
BORİS KHADOV AZARBEYCAN DAĞLARINDA


I.
Tren, kızıl renkli kayalar arasındaki geçitten zangır zangır titreyerek geçip, simetrik çizgilerle uzanan, bitmez tükenmez petrol kuyuları arasına girmişti. Hava nemli bir hâl almış, denizden gelen esinti artık hissedilmez olmuştu. Boğucu bir duman bulutu, vagonun küçük penceresinden içeri doluverdi. Demiryolu boyunca uzanan dar yolda, yaralı askerlerle yüklü kağnılar görülüyordu. Yolun öbür yanındaki boş tarlalarda elektrikli vantilatörlerin çalıştığı ofisler, kırmızı tuğladan yapılmış barakalar, tozlu çınar ağaçlarıyla gül fidanları arasındaki teraslarında beyaz iskemlelerle küçük masaların bulunduğu evler vardı. Saat sabahın onuydu ve henüz sıcak bastırmamıştı.
“Camı kaldırsan iyi olacak,” dedi kadın, “saçın kurum dolacak.”
Adam onun söylediğini yapmayı denedi ama penceredeki stor pas tutmuştu, yerinden oynamıyordu.
“Size yardım edeyim” dedi trenin gösterişsiz üçüncü mevki vagonunun sakinlerinden biri, İngiliz aksanlı bir Fransızca’yla: “Pas tutmuş ama biraz zorlarsak…” Birlikte bütün güçleriyle ittiler camı ve sonunda kapatabildiler. Sonra karşılıklı selamlaşarak yerlerine oturdular.
Saat onikide sıcak bastırmıştı. Tren, yakınında köy olmayan bir istasyonda su almak için on dakika durdu. Dışarıda çam ağaçlarının gizemli sessizliği içerisinde gölgelik yerlerin tertemiz görüntüsü vardı. Ama vagonun içinde sıkışıp kalmış hava, tabaklanmış deri gibi kokuyordu. Kadın “çok sıcak” dedi adama, “Ne kadar kaldı?”
“Bir-iki saat, tabii yine durdurmazlarsa yolda.”
“Yine iyi gidiyoruz,” diye araya girdi vagon sakinlerinden biri, “savaş koşullarında demek istiyorum tabii, bu bölge Kafkasya’nın hiç şüphesiz en karışık bölgesi!”
Konuşmaya başladığı anda, ortalık kesif bir votka kokusuyla dolmuştu.
“Müsaadenizle kendimi takdim edeyim. Ben majesteleri çarın sadık kulu Kont Nikolay Popopsky…”
Hafif doğrulup selam verdi, cebinden bir votka şişesi çıkartıp şerefe kaldırdı: “Her ne kadar bu unvanın bir hırsızlığın itirafı olduğunu iddia edenler varsa da!”
Şişeden bir yudum alıp genç adama uzattı, fakat nazikçe reddedildi.
“Bu arada ben kiminle müşerref oluyorum acaba? Hanım efendi, umarım eşiniz ‘ben Bolşevik komutanı Stepan Şaumiyan’ım’ demez!”
“Yoo, değilim,” diye karşılık verdi genç adam gülerek, otuzlarını sürüyor olmalıydı: “Adım Harry Burnley, Peder Harry Burnley… Amerikalı’yız, buraya Mezopotamya’ya geçmek üzere geldik.”
Tokalaştılar. Kont Popopsky yanındaki genç adamı gösterdi, biraz önce Burnley’e yardım eden adamdı bu. “Dostum Edward Norton, majestelerinin asker kaçağı, eski piyade yüzbaşı, şimdilerin anarşist devrimcisi!”
Norton, sigarasını yakarken gülümsedi: “Hâlâ Tanrı’ya inanan birilerinin olduğunu görmek şaşırtıyor beni!” dedi.
Norton’un uzattığı sigaradan bir tane alırken, “Doğrusunu söylemek gerekirse,” diye karşılık verdi Burnley, “insanların sebep olduğu onca yıkımın yaşandığı şu günlerde, bana asıl Tanrı’sız kalmak inanılmaz geliyor.”
Bayan Burnley gülümsedi.
Norton, gülümseyen kadına baktı. Başını pencereye dayamış yolu seyrediyordu. Bomboş bir araziden geçiyorlardı. Kıpkırmızı tepelerin arasında kara dumanları hala tüten yıkık binalar görülüyordu.
“Bakü sizin için tehlikeli değil mi bu günlerde?” diye sordu Popopsky’ye Bay Burnley gülümseyerek. Kont, gürültülü bir kahkahayla karşılık verdi:
“Benim gibiler için artık hiçbir yer güvenli değil sevgili dostum! Ne var ki, aptal köylülerin içinde pineklemekten sıkıldım; ben şehir adamıyım…”
Kont bunu dedikten hemen sonra tren ani bir gıcırdamayla durdu. Kompartıman sakinlerini birbirine katan bu ani frenin nedenini öğrenmek çok zamanlarını almadı: Trenin gidiş yolunda Renault marka bir araba park edilmişti. Bununla da kalmamış, tren 30 kişilik bir atlı gücü tarafından kuşatılmıştı.
Bu bir soygundu! Üstelik, tarihî sonuçları bir tren soygununu aşacak nitelikteydi. Soyguncular belki farkındaydılar, belki değillerdi, ama tarih yazmak üzereydiler…

II
Takvimler, Kasım 1918’i gösteriyordu. O günlerde Bakü’de olmayan şey yoktu. Kent, petrol kuyularıyla delik deşik edilmişti; Asya’nın en kozmopolit kentiydi. Sokaklar, kızıl yıldızlı kalpaklarıyla mangalar hâlinde dolaşan Bolşevik devrimciler, devrim kaçkını Rus soyluları veya taraftarları, petrole bulanmış paranın kokusuna direnemeyip dünyanın dört bir tarafından gelen maceracı işadamları, asker kaçakları, Azerî ve Ermeni milliyetçi militanlar, savaştan kaçan köylüler, aileleri tarafından terkedilmiş çocuklar, Alman, Türk, İngiliz ajanları ve daha niceleriyle dolmuştu. Kentin kasvetli atmosferini sülfür renkli bulutlar tamamlıyordu.
Birinci Dünya Savaşı’nın en kritik günleri yaşanıyordu.
Almanlar, Rusya’nın savaştan şartsız olarak çekildiğini açıklamasının ardından nihayet bir şeylerin iyiye gittiğini düşünmeye başlamış ve adım adım bütün stratejilerini İngiltere’nin en önemli lojistik kaynağı olan Hindistan’ı ele geçirmek üzerinde kurmaya başlamıştı. (1)
İngiltere, Almanya’nın niyetlerinin son derece farkındaydı ve böyle bir ihtimale karşı strateji belirlemeye çalışıyordu.
Osmanlı Devleti’ni savaşa sokan İttihat ve Terakki yönetimi, devrim sonrası iç kargaşayı takiben Moskova’yla bağlarını yavaş yavaş gevşeten Orta Asya halklarına yöneltmişti ilgisini. (2)
Bir Turan İmparatorluğu kurma hayallerinin hayata geçme ihtimali hiç bu kadar mümkün olmamıştı.
Savaşın bütün tarafları böylece Orta Asya ve Hindistan’ın kapısı olan Bakü’ye dikmişti gözlerini.

III
Bakü o sırada üçe bölünmüştü.
Azerîler nüfusun çoğunluğunu oluşturuyorlardı. Ermeniler kentin kuzey mahallerine yerleşmişlerdi. Kentte yaşayan Rus Proleteryasının desteğiyle, Bolşevikler belirgin bir güce sahipti.
Kent bir arı kovanı gibiydi.
1918 yılında Bolşevikler kentin kontrolünü elinde tutan Azerî Musavat Hükümeti taraftarlarını Ermenilerle işbirliği yaparak devirmişlerdi. Bu arada Bolşeviklerin müttefikleri olan Ermeniler, büyük bir katliama girişmişlerdi. Bolşevikler büyük zorluklarla durumu kontrol altına alabilmişler ama bu arada binlerce Azerî canından olmuştu.
Şimdi kentte ölümcül bir sessizlik hakimdi.
Azerî Musavat hükümeti Osmanlı Hükümeti’yle bir ittifak anlaşması imzalamış, Osmanlı güçlerini Bakü’ye davet etmişti. Osmanlılar davete icabette gecikmemiş, Nuri Paşa önderliğinde bir ordu kente doğru harekete geçmişti.
Kent sakinleri, bulundukları tarafa göre sevinçli bir umutla veya korku ve endişeyle bu ordunun adım adım kente yaklaşmasını izliyordu. Ermeniler Osmanlılar’ın kente gelişinin ne anlama geldiğini biliyorlardı ama birlikte hareket ettikleri Saumian’ın Bolşeviklerinin Türkler’e karşı koymak için yeterli olmadığını da görebiliyorlardı.
İngilizler de onlardan farklı düşünmüyordu.
Yüzbaşı Samuel Harrington, Bakü’deki durumu İngilizler lehine çevirmek üzere çalışmalar yapmak üzere görevlendirilmiş bir gizli servis ajandı. Ortadoğu Harekat Komutanı General Dunteville’e yazdığı bir raporda, Bakü’de yaşanan durumu şöyle özetliyordu:
“Kentte kontrol Bolşevikler’de görünse de, halkın çoğunluğunu oluşturan Azerîler’in desteğini almadan gerçek anlamda bir iktidar kurmalarına olanak yok. Azerîlerse artık hiçbir şekilde Bolşevikler’le birlikte hareket edemez, çünkü Kasım Katliamı’ndan onları sorumlu tutuyorlar. Zaten soydaşları ve dindaşları olan Osmanlı güçleri onların doğal müttefikidir. Bize bu durumda sadece Ermeniler kalıyor.” diyordu. (4)
Harrington, Ermeni Taşnak Partisi’nin kentin yönetimini ele geçirebileceğini düşünüyordu. Biraz altın, durumu İngiltere lehine çevirebilirdi.
Böylece, kasalarla altın, İran’ı Bakü’ye bağlayan Tebriz Demiryolu üzerinden, özel hazırlanmış bir lokomotifin gizli bölmesinde Amerika misyoneri Harry Burnley ve eşi vasıtasıyla Ermeni milliyetçilerine taşınmaya başlandı.

IV
Treni durduran atlıların başında, göğsüne kadar inen dağınık saçları ve yuvarlak metal çerçeveli kalın gözlüğüyle aslında çelimsiz denilebilecek bir adam bulunuyordu. Azeriler gibi giyinmişti ama Rus’tu.
Adı Boris Khadov’du. Son bir yıl içerisinde türeyen bir haydut çetesinin başındaydı; dağlarda yaşayan bir efsane olarak nam salmıştı. Khadov, Sibirya sürgünü dönüşünde yoldaşı Sergey Kşisink tarafından Azarbaycan’a çağırılmıştı. Anarşist liderini burada karşılayanlar, Ekim Devrimi’nin arkasından Bakü’ye kaçmış olan bir grup Rusya’nın Anarşist Kanı militanı olmuştu. Grup, kendileri için en güvenilir mekanların Azerbaycan dağları olduğuna karar verdi. Khadov, halihazırda var olan, toplumsala dair herşeyin köküne kibrit suyu sıkacak, “yıkmak için yıkmak” dediği türden eylemlerine böylece başladı. Belli bir hedefi yoktu. Anarşi tek hedefti ve kaos onların ütopyaları için tek makul araçtı. (5)
Trendekilerin indirilmesini emredince, diğerleriyle birlikte Popovski, Burnley ve eşi ile Norton da indi. Bunların dördünün de asıl kimlikleri farklıydı. Burnley ve eşi Ermenilere verilecek altınları Bakü’ye taşımakla görevli iki ajandı. Popovski, Khadov ve adamları gelene kadar altınlara ‘göz kulak olmakla’ görevlendirilmiş Sergey Kşisink’ti… Dördüncü adam, yani kendini Kraliçe’nin firari askeri olarak tanıtan Edward Norton ise, aslında Teşkilat-ı Mahsusa’dan Ömer Nuri Bey’di ve o da altınların peşindeydi.
Khadov ve adamları, İngiliz ajanlarını bir kenara ayırıp kurşuna dizdiler. Altınları elleriyle koymuş gibi bulup, gizlendikleri bölmeden çıkarttılar ve beraberlerinde getirdikleri bir arabaya yüklediler. Yolcuları tekrar trenlerine bindirip uğurladılar. Ömer Nuri Bey de diğer yolcularla birlikte serbest bırakılmıştı. Fakat o, bir-iki kilometre sonra trenden atlayıp geri dönmeyi tercih etti. Hayatı boyunca hiç bu kadar altını bir arada görmemişti ve böyle bir serveti birkaç eşkıya bozuntusuna bırakacak adam da değildi.
Planı basitti. Yerel Azerî milislerle birlikte eşkıyaya basın yapacak, sonra altını alıp, oluşmakta olan Azerî ordusuna teslim edecekti.

V
Ömer Nuri Bey, 1892 yılında İstanbul’da doğmuştu. 7 yaşında orada büyük elçi olarak görev yapan babasıyla birlikte gittiği İngiltere’den, kralın hükümeti’nin 1914’te Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmesi sonucu ayrılmıştı. İstanbul’a dönmesini takiben İttihat ve Terakki içinde sivrilmiş; İngiliz kültürüne olan hakimiyeti nedeniyle örgüt onu, Teşkilat-ı Mahsusa içerisinde eğitmeye karar vermişti. Savaş sırasında, İngiliz hakimiyetindeki değişik bölgelerde görev yaptı. Uzmanlık alanı yerel ayaklanmalar örgütlemekti. Mısır, Irak ve Cezair’de İngiliz işgaline karşı Halife’nin ordularıyla birlikte mücadele etmeleri doğrultusunda yerel isyanlar örgütlemiş; son olarak İran’da İngiliz İşbirlikçisi kukla hükümeti devirmek için hazırlanan bir komplonun ortaya çıkması sonucu kimliği deşifre edilerek yakalanmış ve hapse atılmıştı. Hücresinde kurşuna dizilmeyi beklerken ülkeyi terk etmesi koşuluyla serbest bırakılmış, o da bu şarta uyup Azerbaycan’a geçmişti. (6)
Ömer Nuri Bey burada İstanbul’la bağlantı kurmuştu. İstanbul, altınları araştırması için derhal harekete geçmesini bildirmiş, o da böylece bu tuhaf maceranın içinde bulmuştu kendisini.

VI
Osmanlı orduları kendilerine katılan Azerî güçlerle birlikte Bakü’ye yaklaşırken, Ermeni milliyetçileri de bu arada kendilerine kentin savunmasında yardım etmeleri için İngilizler’den yardım istemeyi kabul etmişlerdi. Huntington anılarında, “darmadağın, birbirlerinin kuyusunu kazmaktan çevrelerinde olup bitenleri kavramaya bir türlü fırsat bulamayan Ermeniler’i, boş tartışmaları bırakıp kente gelen 200 İngiliz piyadesiyle savunmaya ikna edecek tek şey paraydı ve şimdi o da sırra kadem basmıştı. Ne yapacağımı bilemez hâlde Ermenilere milliyetçilik nutukları atıyordum ve başka yapabileceğim bir şey yoktu.” diye yazıyordu.
Yapabileceği ikinci şey, başka bir haydut çetesiyle anlaşmak olmuştu: Rüstem Bogdanov adlı bir kanlı katille altınlar üzerine bir anlaşma yaptı. Altınları ele geçirmesi halinde, bu adama 500 bin Altın Ruble ödeme yapacaktı.
Hayatının en önemli vurgun fırsatıyla karşı karşıya bırakılan Bogdanov, kısa sürede Khadov ve arkadaşlarını gizlendikleri yerde bastı. Baskın sonucunda kıskıvrak yakalanan Khadov ve arkadaşlarını ölümden kurtaran, altınların baskın mahallinde bulunamamış olmasıydı. Baskın sırasında beş arkadaşlarını kaybetmiş, geriye 10 kişi kalmışlardı.
Khadov’u konuşturmak için Bogdanov, en yapmaması gereken işi yaptı: Sergey Kşisink’i tek kurşunla öldürdü. Kşisink’in Khodov için ne anlama geldiğini bilmeyen bu aptal haydut için bundan sonra arkası çorap söküğü gibi gelmişti: Khadov o gece kamptan kaçtı, ertesi gün kendisini yakalamak üzere nice zamandır peşinde olan Ömer Nuri Bey ve adamlarını buldu ve onlara altının yerini söyledi. Arkasından, yeni dostlarıyla birlikte aynı günün gece yarısı bir baskın da o Bogdanov’a düzenledi. Ömer Nuri Bey’in uzattığı tabancayı reddedip, Kşisink’e kendisinin hediye ettiği bir bıçakla Bogdanov’un boğazını boydan boya yardı. (7)
Tüm bunlar yaşanırken, beklenen an gelmişti. Osmanlı ordusu 1918 Nisan’ında Bakü’yü kuşattı. Bu arada İngilizler, kent savunmasında kendilerinden hiçbir yarar göremeyeceklerini anladıkları Ermeniler’le daha fazla oyalanmamaya karar verip Bakü’yü terk ettiler. Osmanlı ordusu böylece fazla direnişle karşılaşmadan Azerîler’in sevinç çığlıkları eşliğinde şehre girdi.

VII
Boris Khadov bu olaydan üç ay sonra Londra’da bir otel odasında intihar etti. İntihar notu olarak bir şiir bırakmıştı arkasında:

Tek bir yıldız kalmayacak gecede
Gece kalmayacak.
Ben öleceğim ve benimle birlikte
dayanılmaz evrenin ağırlığı da.

(hedef unutuştur.
Ben erken vardım.)

Kalmayacak kalmayacak
Şafaktan önce parçalasın onu kurtlar
Kılıç en çabuk yoldur.

Günbatımıyla son sokak- kalmayacak
Ve yalnızlık içinde ölen benim gibi,
Ve ağzı bozuk ihtiyarın,- zaman’ın
her gün sert kanadıyla bozup sildiği

kalmayacak öpüşünün inkar edici dokunuşu
aşk: bedene karşı anarşi (8)

Kaosa adanmış bir hayattı onunki. Hiçbir zaman başkalarının gittiği yoldan gitmedi bu yüzden, başkalarının içtiği sudan içmedi. Bir müzisyendi, bir katil, bir anarşist ve bir âşıktı; iyiydi ve kötüydü. Dağılmış ve tükenmiş bir hamlık içinde ölmek kitlelerin genel bir yazgısıdır, insan açısından bakıldığında ölümün varoluşu yaşamsal anlamda "ölüme doğru varolma"dır.
Bu trajik varoluş, Khadov açısından senaryosuz kalmayı seçmiş ve böylece her anı yaşama sanatı bakımından yeniden keşfe, böylece ister istemez doğaçlamaya ve özgünlüğe dayalı bir deneyim olarak yaşanmıştı.
Bir otel odasında son eylemini gerçekleştirmişti katil ve kurban aynı yatakta ve tek vücutta böylece her şeye veda etmişti…


Dipnotlar:
1. E. H. Carr, Bolşevik Devrimi 1, syf 325, Metis Y. 2000, İst.
2. Susan Buck-Morss, Rüya Alemi ve Felaket, syf 45, Metis Y 2004, İst.
3. Yılmaz Güneyli, I. Dünya Savaşı’nda Kuzey Azerbaycan’da Osmanlı-Rus Rekabeti
4. Asya’da Türkler’e Karşı, S. Hamtington, syf 28, Pınay Y., 1972, İst.
5. A. Rabinovic, Kahramanın Gölgesinde, syf 425, İletşim Y., 2000, İst
6. Ömer Nuri Bey hakkında ayrıntılı bilgi için: ‘Teşkilat-ı Mahsusa’ya Mahsus’, Dilek Şenuğuz, YKY, 1999, İst.
7. A. Rabinovic, age syf 440 Rabinovic, Kşisink’in Khadov’un öz kardeşi olduğunu ispatlamıştır.
8. A. Rabinovic, age syf 445
Share on :

Hiç yorum yok:

 
Copyright © 2015 benhayattayken
Distributed By My Blogger Themes | Design By Herdiansyah Hamzah